21 Temmuz 2024

Yapay Zeka Robot Olivia

           3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçrayan ve kıyamet günlerinin yaşandığı nükleer savaşların ardından dört bir yandan radyasyon serpintisine maruz kalmıştı. Canlıların birçoğu yaşamlarını yitirmişti. Ağaçlar kurumuş, bitkiler ise boyunlarını bükmüştü. Dünya adeta cehennemi yaşıyordu.  Hayatta kalanlar ise hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı.

Avusturalya’nın Adelaide şehrinin sekiz yüz elli kilometre kuzeyindeki yeşillikler içindeki Coober Pedy kasabasının zenginlerinden Lucas ve eşi Emily,  savaş başladığından bu yana evlerinin bahçelerine yaptırdıkları yer altındaki nükleer sızıntı geçirmeyen bir sığınakta iki yılı aşkın yaşamışlardı. Bu kasaba iki binli yıllarda çorak bir araziydi ve bölgedeki kuşlar elli derece sıcaklığa ulaştığında gökten düştükleri gibi,  elektronik eşyalarını buzdolabına koyanlar da olurmuş. Bu ailenin çocuğu yoktu.  Lucas, yer altı evini öylesine donatmıştı ki, içinde; depoladığı yiyeceğin yanı sıra dışarıda kıyamet de kopsa birkaç yıl yetecek kadar yaşam gereksinimleri vardı. Aldıkları duyum üzerine, dışarıda hayat normale döndüğünde evlerine geri dönmüşlerdi. İki çift sığınaktan çıktıklarında güneşin ışınları gözlerini kamaştırınca çevrelerine ürkekçe bakındılar. Komşu evlere baktılar,  bir insan hareketi göremediler. Uçsuz bucaksız arazilerde çalışanlar görünmüyor,  nükleer saldırılar hayvanları telef etmiş, etraf leş kokusundan geçilmiyordu. Bir anda kendilerini berbat olmuş bir dünyanın Havva ile Âdem’i zannetmişlerdi. Evleri, havuzları, havada da gidebilen araçları, yani her şeyleri bıraktıkları gibiydi.  Çevredeki ağaçlar, yolunmuş kaz gibi yapraksız, güneşin altında kararmış bir insanı andırıyordu. Lucas evlerinin dış kapısını açmak istediğinde eşi “Sakın bir yere dokunma!  Etrafta radyasyon veya farklı zehirler olabilir.” diye uyardı. Kocası cebinden çıkardığı mendiliyle kapıyı usulca açtığında eşyaları bıraktıkları gibi buldular. Eşi,  kapı ve pencereleri sonuna kadar açtı. Banyoya geçip plastik eldivenleri giyerek temizlik malzemeleriyle evi birlikte temizlediler. Lucas’ın sol bileği ile beynine yerleştirilen ve bununla bütün kan değerlerini, tansiyonunu öğrendiği çipleri çalışıyordu. Bu çipler aynı zamanda düşünceleriyle de irtibatlıydı. “Doktor arkadaşım Calum’u ara” komutu ile numarası arandığında kulağına gelen bir sinyal sesi yoktu. Ölmüş olabileceğini düşündü. Eşi de aynı yöntemle annesini aradı, o da ulaşamayınca birlikte koltuğa oturup şaşkınca birbirlerine bakındılar. Kumanda ile ışıkları yakmak istediler,  yanmadı. Buzdolabının üstündeki panelden hangi ürünlerin bozulduğunu öğrendiler. Açtıklarında bozuk olanların ekşimiş kokusu suratlarına çarpmıştı. Emily, onları mutfaktaki bir düzeneğe bırakıp düğmeye bastığında kilometrelere uzağa gidecek olan yolculukları da başlamıştı. Acıkmışlardı. Yeraltı mahzeninden arta kalan konservelerle karınlarını doyurdular. Dışarısı sessizdi. Güneşin yakıcı sıcaklığı ise evin içindeydi. Neler olup bittiğini bir türlü öğrenemiyorlardı.  Lucas ciple zihni arasında bağlantı kurarak bir haber kanalına ulaşmak istedi, olmadı. Birçok yerlere komut verdi. Hafif de olsa bir sinyal almış ve anlatıcının sanki kuyudan gelen sesini zor da olsa işitebilmişti. Son savaşla birlikte dünya nüfusunun büyük bir bölümünün yok olduğu, hayatta kalanların ise yeraltına sığınan insanlar ile kendilerini radyasyondan koruyanlar olabileceği belirtilmişti. Dışarı çıktılar.  Lucas kara, hava ve suda gidebilen aracını çalıştırdı. Bir süre karada yol aldıklarında çevrede gördükleri yabani hayvan leşlerine şaşırdılar. Ne sokakta ne de evlerinin çevresinde yaşam belirtisi vardı. Gökyüzüne doğru havalandıklarında tek bir kuş bile uçmuyordu. Bir süre yol aldıklarında eşi, “Midem bulanmaya başladı, iyi değilim,” dediğinde, Lucas aracına verdiği sözlü uyarı ile aracın yönü en yakın hastaneye yönelmişti. Hastanenin bahçesine uygun bir yere indiklerinde eşi baygındı. Çevresine yardım umuduyla bakındı, burada da canlı namına hiçbir şeye rastlamadı.  Karısını kucakladığı gibi servise getirdiğinde onu karşılayan olmadığı gibi içeriden ağır kokular geliyordu. Eşini sekreterlerin olduğu bölüme yakın bir yerdeki sedyeye yatırdı. Bluzunun düğmelerini gevşetip eline geçirdiği bir kartonla serinletmeye çalıştı. Su aradı, bulamadı. Tuvalete girip bir düğmeye dokundu, güçlü bir tıslamanın ardından beklediği su akmamıştı. Hızla hastaların yattığı odalara girip çıktığında gördükleri karşısında kusmamak için kendini zor tuttu. Hastalar yataklarında ölmüşler ve cesetleri çürümüş bir halde kokuyorlardı. Bir odaya girdiğinde kapının önünde yığılıp kalan çürümüş cesedin üstünden atlayarak yatağına yaklaştı. Komodinin üstündeki pet şişeyi alıp hızla karısının yanına geldi. Suyu eline döküp karısının yüzünü sıvazladı. Ağzını aralayıp bir miktar su dökse de karısı yaşam belirtisi vermemişti. Nabzını kontrol etti, atmıyordu. Sarstı, yine yanıt alamamıştı. Yüzü bembeyazdı. Ayaklarına dokunduğunda soğuktu. Alnına elini koydu, orası da aynısıydı. Başında bir süre bekledi. Çip yardımı ile ölüm bilgileri kendi çipine geldiğinde eşini kucaklayıp aracına götürdü. Havalandıklarında gözyaşları yağmur gibi akıyordu. Eve geldiklerinde eşinin cesedini yatak odalarına götürdü. Soyup dolaptan bulduğu bir çarşafa sardı. Onu evlerine yakın ağaçların bol olduğu bir yere açtığı çukura dualar arasında gömdü.  Mezarına diktiği tahtaya “Seni seviyorum Emily” yazmış, ilerleyen zamanlarda da mezarlığını anıta çevirmişti.    

İki Yıl Sonra

            Lucas düzenini kurmuş ve doğanın kendisine verdikleri ile yaşamını sürdürüyordu. Avustralya adındaki ülke tarihin sayfalarına gömülmüş ve savaşı başlatan sömürü ülkeleri ile farklı ülkelerden gelenler ülkenin sahipleri olmuştu.  Nüfus öylesine azdı ki, neredeyse Lucas’a koca bir kasaba düşüyor, diğer yerleşim yerlerinde neler olup bittiğini, hatta ülkeyi kimlerin yönettiğini bile bilmiyordu. Yıllar geçtikçe komşuları çoğalmaya başlamıştı. Avrupalı komşularının yanı sıra Japonya, Rusya ve Afrika’dan gelenler de olmuştu. Birkaç villa ilerisine tek başına Güney Afrika’dan gelen orta yaşlarda zenci bir kadın yerleşmişti. Kadın güzel ve çekiciydi. Lucas ona yardım bahanesi ile gidiyor ve bir eş gibi evin tamiri, yiyecek getirme gibi işlerinde yardımcı oluyordu. Bir gün kendisine evlenme teklifi ettiğinde kadın kabul etmişti. Birkaç kişinin katıldığı ve papazın bulunmadığı kilisede evlendiklerinde kadının evini kapatarak Lucas’ın evine yerleşmişlerdi. Günler geçtikçe kafa yapıları uyuşmuyor ve kavgaları eksik olmuyordu. Sonunda ayrılmaya karar verdiler. Kadın tekrar evine döndüğünde Lucas bu kez kendisinden üç yaş büyük sarışın ve güzel bir kadınla ilgilenmeye başlamıştı. Birkaç ay birlikte oldular. Evlenmeye karar verdiklerinin ertesi günü küçük bir tartışma ile ayrılmışlar, inatları yüzünden uzun bir süre de görüşmemişlerdi. Lucas kadınlardan yana şansının olmadığını düşünerek bir daha hiçbir kadınla ilişki kurmak niyetinde değildi. Bir süre çevreden uzaklaşmak istedi. Aracı ile havalanarak şehir merkezine gelmişti. Burada da insanlar yok denecek kadar azdı. Daha önce kum gibi insan kaynayan caddede şimdi üç veya dört kişi yürüyordu. Mağazaların çoğunluğu boş ve kapıları açıktı. Herhangi bir mağazaya girilse ve insan istediğini alıp götürse, kimse “Neden götürüyorsun?” demezdi.  Bir teknoloji mağazasına girdi. İçeride kimse yoktu.  Köşe başındaki reyonda bir tanıtım yazısı ilgisini çekmişti. “Yapay zekâ kadın robot, tam size göre.” yazısını okuyup robotu incelemeye başladı. Robot tıpkı bir insan görünümündeydi.  Saçları siyah, kaşları yay gibi gergin, gözleri yeşil, kızıl dudakları dolgun, teni esmerdi. Üzerindeki dar giyimli kırmızı elbisesi ise seksiydi.  Yaklaştı, başlama düğmesine dokunup bekledi. Kadın robot önce kirpiklerini oynattı. Sonra dudaklarını aralayıp gülümseyen bir yüz ifadesiyle “Emrinizdeyim.” dedi. Lucas robotun ellerine dokundu, aynı karısına dokunduğu sıcaklığı hissetti. Düğmeyi kapatıp robotu kucakladığı gibi aracına götürdü. Eve getirdiğinde karısının mutfaktaki yerine oturttu. Kullanma kılavuzunu okudukça mutlu oldu. Yemek yapmasına, tüm dünya bilgisine sahip olmasına, istenildiğinde günlerce sohbet edebilmesine, dışarıda birlikte gezintiye çıkmasına, evin en ince detayına kadar temizlik yapmasına ve bir insan tenine dokunurcasına sevişmesini öğrendiğinde,  gülümsedi.

            Lucas robotla evli bir kadın gibi yaşamaya başlamıştı. Dışarı çıkarmasa da evde tek dostu olmuştu. Onunla birlikte film izliyor, getirdiği çay ve kahveyi içiyor, yaptığı yemekleri yiyor,  bin yıl önce yazılmış dünyanın ünlü yazarlarının kitaplarını okuyordu. Birlikte tarihi sorguluyorlar ve karşılıklı bilgi alışverişinde bulunuyorlardı. Lucas, robota “Olivia” adını takmıştı. Bir akşamüstü yemek sonrası Amerikalı yazar Sylvia Plath’ın 1977 yılında yayımlanan Johnny Panik ve Rüyalarının Kutsal Kitabı” adlı eserinden anlattığı Cockaigne ülkesini ilginç bulmuştu. Orta Çağ Avrupa’sında lüks içinde çalışmadan yaşanılan bir ülke olmasını, bu ülkede efsaneye göre; şaraptan ırmaklar, pastadan evler, hamur işiyle döşenmiş sokakların olmasını ve dükkânlarında herkese parasız mal verilmesini Lucas şu anda yaşadığı yere benzetti.

             Ne olduysa bir gece robotla sevişmelerinde olmuştu. Olivia, Lucas’a sımsıkı sarıldığında bir boğa yılanı gibi belini sıkmaya başlamıştı. Kurtulması mümkün değildi. Bedeni sıkıldıkça Lucas’ın nefesi gittikçe azalıyor, damarları morarıyor,  gözleri ise sanki yuvasından çıkacak gibi oluyordu. Parmaklarıyla robotun kapatma düğmesine dokunmak istese de bunu gerçekleştiremiyordu. Bir ara bacakları ile iteklemeye çalışsa da kaynamış demir gibi ayrılamıyorlardı. Her geçen saniye kuvveti azalıyor, başı dönüyor ve ölüme hızla yaklaşıyordu. Bağırması da korkulu bir rüyanın içindeymiş gibi gittikçe sessizleşiyordu.

Ertuğrul ERDOĞAN

Mayıs / 2024 / Bursa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...