3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçrayan ve kıyamet günlerinin yaşandığı nükleer savaşların ardından dört bir yandan radyasyon serpintisine maruz kalmıştı. Canlıların birçoğu yaşamlarını yitirmişti. Ağaçlar kurumuş, bitkiler ise boyunlarını bükmüştü. Dünya adeta cehennemi yaşıyordu. Hayatta kalanlar ise hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı.
Avusturalya’nın
Adelaide şehrinin sekiz yüz elli kilometre kuzeyindeki yeşillikler içindeki
Coober Pedy kasabasının zenginlerinden Lucas ve eşi Emily, savaş başladığından bu yana evlerinin
bahçelerine yaptırdıkları yer altındaki nükleer sızıntı geçirmeyen bir
sığınakta iki yılı aşkın yaşamışlardı. Bu kasaba iki binli yıllarda çorak bir
araziydi ve bölgedeki kuşlar elli derece sıcaklığa ulaştığında gökten
düştükleri gibi, elektronik eşyalarını
buzdolabına koyanlar da olurmuş. Bu ailenin çocuğu yoktu. Lucas, yer altı evini öylesine donatmıştı ki,
içinde; depoladığı yiyeceğin yanı sıra dışarıda kıyamet de kopsa birkaç yıl
yetecek kadar yaşam gereksinimleri vardı. Aldıkları duyum üzerine, dışarıda
hayat normale döndüğünde evlerine geri dönmüşlerdi. İki çift sığınaktan
çıktıklarında güneşin ışınları gözlerini kamaştırınca çevrelerine ürkekçe
bakındılar. Komşu evlere baktılar, bir insan
hareketi göremediler. Uçsuz bucaksız arazilerde çalışanlar görünmüyor, nükleer saldırılar hayvanları telef etmiş,
etraf leş kokusundan geçilmiyordu. Bir anda kendilerini berbat olmuş bir
dünyanın Havva ile Âdem’i zannetmişlerdi. Evleri, havuzları, havada da
gidebilen araçları, yani her şeyleri bıraktıkları gibiydi. Çevredeki ağaçlar, yolunmuş kaz gibi
yapraksız, güneşin altında kararmış bir insanı andırıyordu. Lucas evlerinin dış
kapısını açmak istediğinde eşi “Sakın bir yere dokunma! Etrafta radyasyon veya farklı zehirler
olabilir.” diye uyardı. Kocası cebinden çıkardığı mendiliyle kapıyı usulca
açtığında eşyaları bıraktıkları gibi buldular. Eşi, kapı ve pencereleri sonuna kadar açtı. Banyoya
geçip plastik eldivenleri giyerek temizlik malzemeleriyle evi birlikte
temizlediler. Lucas’ın sol bileği ile beynine yerleştirilen ve bununla bütün
kan değerlerini, tansiyonunu öğrendiği çipleri çalışıyordu. Bu çipler aynı
zamanda düşünceleriyle de irtibatlıydı. “Doktor arkadaşım Calum’u ara” komutu
ile numarası arandığında kulağına gelen bir sinyal sesi yoktu. Ölmüş
olabileceğini düşündü. Eşi de aynı yöntemle annesini aradı, o da ulaşamayınca
birlikte koltuğa oturup şaşkınca birbirlerine bakındılar. Kumanda ile ışıkları
yakmak istediler, yanmadı. Buzdolabının
üstündeki panelden hangi ürünlerin bozulduğunu öğrendiler. Açtıklarında bozuk
olanların ekşimiş kokusu suratlarına çarpmıştı. Emily, onları mutfaktaki bir
düzeneğe bırakıp düğmeye bastığında kilometrelere uzağa gidecek olan yolculukları
da başlamıştı. Acıkmışlardı. Yeraltı mahzeninden arta kalan konservelerle karınlarını
doyurdular. Dışarısı sessizdi. Güneşin yakıcı sıcaklığı ise evin içindeydi.
Neler olup bittiğini bir türlü öğrenemiyorlardı. Lucas ciple zihni arasında bağlantı kurarak bir
haber kanalına ulaşmak istedi, olmadı. Birçok yerlere komut verdi. Hafif de
olsa bir sinyal almış ve anlatıcının sanki kuyudan gelen sesini zor da olsa işitebilmişti.
Son savaşla birlikte dünya nüfusunun büyük bir bölümünün yok olduğu, hayatta
kalanların ise yeraltına sığınan insanlar ile kendilerini radyasyondan
koruyanlar olabileceği belirtilmişti. Dışarı çıktılar. Lucas kara, hava ve suda gidebilen aracını
çalıştırdı. Bir süre karada yol aldıklarında çevrede gördükleri yabani hayvan
leşlerine şaşırdılar. Ne sokakta ne de evlerinin çevresinde yaşam belirtisi vardı.
Gökyüzüne doğru havalandıklarında tek bir kuş bile uçmuyordu. Bir süre yol
aldıklarında eşi, “Midem bulanmaya başladı, iyi değilim,” dediğinde, Lucas
aracına verdiği sözlü uyarı ile aracın yönü en yakın hastaneye yönelmişti.
Hastanenin bahçesine uygun bir yere indiklerinde eşi baygındı. Çevresine yardım
umuduyla bakındı, burada da canlı namına hiçbir şeye rastlamadı. Karısını kucakladığı gibi servise getirdiğinde
onu karşılayan olmadığı gibi içeriden ağır kokular geliyordu. Eşini
sekreterlerin olduğu bölüme yakın bir yerdeki sedyeye yatırdı. Bluzunun
düğmelerini gevşetip eline geçirdiği bir kartonla serinletmeye çalıştı. Su
aradı, bulamadı. Tuvalete girip bir düğmeye dokundu, güçlü bir tıslamanın
ardından beklediği su akmamıştı. Hızla hastaların yattığı odalara girip
çıktığında gördükleri karşısında kusmamak için kendini zor tuttu. Hastalar
yataklarında ölmüşler ve cesetleri çürümüş bir halde kokuyorlardı. Bir odaya
girdiğinde kapının önünde yığılıp kalan çürümüş cesedin üstünden atlayarak
yatağına yaklaştı. Komodinin üstündeki pet şişeyi alıp hızla karısının yanına
geldi. Suyu eline döküp karısının yüzünü sıvazladı. Ağzını aralayıp bir miktar
su dökse de karısı yaşam belirtisi vermemişti. Nabzını kontrol etti, atmıyordu.
Sarstı, yine yanıt alamamıştı. Yüzü bembeyazdı. Ayaklarına dokunduğunda
soğuktu. Alnına elini koydu, orası da aynısıydı. Başında bir süre bekledi. Çip
yardımı ile ölüm bilgileri kendi çipine geldiğinde eşini kucaklayıp aracına
götürdü. Havalandıklarında gözyaşları yağmur gibi akıyordu. Eve geldiklerinde
eşinin cesedini yatak odalarına götürdü. Soyup dolaptan bulduğu bir çarşafa sardı.
Onu evlerine yakın ağaçların bol olduğu bir yere açtığı çukura dualar arasında gömdü.
Mezarına diktiği tahtaya “Seni seviyorum
Emily” yazmış, ilerleyen zamanlarda da mezarlığını anıta çevirmişti.
İki Yıl Sonra
Lucas düzenini kurmuş ve doğanın
kendisine verdikleri ile yaşamını sürdürüyordu. Avustralya adındaki ülke
tarihin sayfalarına gömülmüş ve savaşı başlatan sömürü ülkeleri ile farklı
ülkelerden gelenler ülkenin sahipleri olmuştu. Nüfus öylesine azdı ki, neredeyse Lucas’a koca
bir kasaba düşüyor, diğer yerleşim yerlerinde neler olup bittiğini, hatta
ülkeyi kimlerin yönettiğini bile bilmiyordu. Yıllar geçtikçe komşuları
çoğalmaya başlamıştı. Avrupalı komşularının yanı sıra Japonya, Rusya ve
Afrika’dan gelenler de olmuştu. Birkaç villa ilerisine tek başına Güney Afrika’dan
gelen orta yaşlarda zenci bir kadın yerleşmişti. Kadın güzel ve çekiciydi.
Lucas ona yardım bahanesi ile gidiyor ve bir eş gibi evin tamiri, yiyecek
getirme gibi işlerinde yardımcı oluyordu. Bir gün kendisine evlenme teklifi
ettiğinde kadın kabul etmişti. Birkaç kişinin katıldığı ve papazın bulunmadığı
kilisede evlendiklerinde kadının evini kapatarak Lucas’ın evine yerleşmişlerdi.
Günler geçtikçe kafa yapıları uyuşmuyor ve kavgaları eksik olmuyordu. Sonunda
ayrılmaya karar verdiler. Kadın tekrar evine döndüğünde Lucas bu kez kendisinden
üç yaş büyük sarışın ve güzel bir kadınla ilgilenmeye başlamıştı. Birkaç ay
birlikte oldular. Evlenmeye karar verdiklerinin ertesi günü küçük bir tartışma
ile ayrılmışlar, inatları yüzünden uzun bir süre de görüşmemişlerdi. Lucas
kadınlardan yana şansının olmadığını düşünerek bir daha hiçbir kadınla ilişki
kurmak niyetinde değildi. Bir süre çevreden uzaklaşmak istedi. Aracı ile
havalanarak şehir merkezine gelmişti. Burada da insanlar yok denecek kadar
azdı. Daha önce kum gibi insan kaynayan caddede şimdi üç veya dört kişi
yürüyordu. Mağazaların çoğunluğu boş ve kapıları açıktı. Herhangi bir mağazaya
girilse ve insan istediğini alıp götürse, kimse “Neden götürüyorsun?” demezdi. Bir teknoloji mağazasına girdi. İçeride kimse
yoktu. Köşe başındaki reyonda bir
tanıtım yazısı ilgisini çekmişti. “Yapay zekâ kadın robot, tam size göre.”
yazısını okuyup robotu incelemeye başladı. Robot tıpkı bir insan görünümündeydi.
Saçları siyah, kaşları yay gibi gergin, gözleri
yeşil, kızıl dudakları dolgun, teni esmerdi. Üzerindeki dar giyimli kırmızı
elbisesi ise seksiydi. Yaklaştı, başlama
düğmesine dokunup bekledi. Kadın robot önce kirpiklerini oynattı. Sonra
dudaklarını aralayıp gülümseyen bir yüz ifadesiyle “Emrinizdeyim.” dedi. Lucas
robotun ellerine dokundu, aynı karısına dokunduğu sıcaklığı hissetti. Düğmeyi
kapatıp robotu kucakladığı gibi aracına götürdü. Eve getirdiğinde karısının
mutfaktaki yerine oturttu. Kullanma kılavuzunu okudukça mutlu oldu. Yemek
yapmasına, tüm dünya bilgisine sahip olmasına, istenildiğinde günlerce sohbet
edebilmesine, dışarıda birlikte gezintiye çıkmasına, evin en ince detayına
kadar temizlik yapmasına ve bir insan tenine dokunurcasına sevişmesini
öğrendiğinde, gülümsedi.
Lucas robotla evli bir kadın gibi
yaşamaya başlamıştı. Dışarı çıkarmasa da evde tek dostu olmuştu. Onunla
birlikte film izliyor, getirdiği çay ve kahveyi içiyor, yaptığı yemekleri
yiyor, bin yıl önce yazılmış dünyanın
ünlü yazarlarının kitaplarını okuyordu. Birlikte tarihi sorguluyorlar ve
karşılıklı bilgi alışverişinde bulunuyorlardı. Lucas, robota “Olivia” adını
takmıştı. Bir akşamüstü yemek sonrası Amerikalı yazar Sylvia Plath’ın 1977
yılında yayımlanan Johnny Panik ve Rüyalarının Kutsal Kitabı” adlı eserinden
anlattığı Cockaigne ülkesini ilginç bulmuştu. Orta Çağ Avrupa’sında lüks içinde
çalışmadan yaşanılan bir ülke olmasını, bu ülkede efsaneye göre; şaraptan
ırmaklar, pastadan evler, hamur işiyle döşenmiş sokakların olmasını ve dükkânlarında
herkese parasız mal verilmesini Lucas şu anda yaşadığı yere benzetti.
Ne olduysa bir gece robotla sevişmelerinde
olmuştu. Olivia, Lucas’a sımsıkı sarıldığında bir boğa yılanı gibi belini
sıkmaya başlamıştı. Kurtulması mümkün değildi. Bedeni sıkıldıkça Lucas’ın
nefesi gittikçe azalıyor, damarları morarıyor, gözleri ise sanki yuvasından çıkacak gibi
oluyordu. Parmaklarıyla robotun kapatma düğmesine dokunmak istese de bunu
gerçekleştiremiyordu. Bir ara bacakları ile iteklemeye çalışsa da kaynamış
demir gibi ayrılamıyorlardı. Her geçen saniye kuvveti azalıyor, başı dönüyor ve
ölüme hızla yaklaşıyordu. Bağırması da korkulu bir rüyanın içindeymiş gibi
gittikçe sessizleşiyordu.
Ertuğrul
ERDOĞAN
Mayıs
/ 2024 / Bursa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder