21 Temmuz 2024

Yapay Zeka Robot Olivia

           3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçrayan ve kıyamet günlerinin yaşandığı nükleer savaşların ardından dört bir yandan radyasyon serpintisine maruz kalmıştı. Canlıların birçoğu yaşamlarını yitirmişti. Ağaçlar kurumuş, bitkiler ise boyunlarını bükmüştü. Dünya adeta cehennemi yaşıyordu.  Hayatta kalanlar ise hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı.

Avusturalya’nın Adelaide şehrinin sekiz yüz elli kilometre kuzeyindeki yeşillikler içindeki Coober Pedy kasabasının zenginlerinden Lucas ve eşi Emily,  savaş başladığından bu yana evlerinin bahçelerine yaptırdıkları yer altındaki nükleer sızıntı geçirmeyen bir sığınakta iki yılı aşkın yaşamışlardı. Bu kasaba iki binli yıllarda çorak bir araziydi ve bölgedeki kuşlar elli derece sıcaklığa ulaştığında gökten düştükleri gibi,  elektronik eşyalarını buzdolabına koyanlar da olurmuş. Bu ailenin çocuğu yoktu.  Lucas, yer altı evini öylesine donatmıştı ki, içinde; depoladığı yiyeceğin yanı sıra dışarıda kıyamet de kopsa birkaç yıl yetecek kadar yaşam gereksinimleri vardı. Aldıkları duyum üzerine, dışarıda hayat normale döndüğünde evlerine geri dönmüşlerdi. İki çift sığınaktan çıktıklarında güneşin ışınları gözlerini kamaştırınca çevrelerine ürkekçe bakındılar. Komşu evlere baktılar,  bir insan hareketi göremediler. Uçsuz bucaksız arazilerde çalışanlar görünmüyor,  nükleer saldırılar hayvanları telef etmiş, etraf leş kokusundan geçilmiyordu. Bir anda kendilerini berbat olmuş bir dünyanın Havva ile Âdem’i zannetmişlerdi. Evleri, havuzları, havada da gidebilen araçları, yani her şeyleri bıraktıkları gibiydi.  Çevredeki ağaçlar, yolunmuş kaz gibi yapraksız, güneşin altında kararmış bir insanı andırıyordu. Lucas evlerinin dış kapısını açmak istediğinde eşi “Sakın bir yere dokunma!  Etrafta radyasyon veya farklı zehirler olabilir.” diye uyardı. Kocası cebinden çıkardığı mendiliyle kapıyı usulca açtığında eşyaları bıraktıkları gibi buldular. Eşi,  kapı ve pencereleri sonuna kadar açtı. Banyoya geçip plastik eldivenleri giyerek temizlik malzemeleriyle evi birlikte temizlediler. Lucas’ın sol bileği ile beynine yerleştirilen ve bununla bütün kan değerlerini, tansiyonunu öğrendiği çipleri çalışıyordu. Bu çipler aynı zamanda düşünceleriyle de irtibatlıydı. “Doktor arkadaşım Calum’u ara” komutu ile numarası arandığında kulağına gelen bir sinyal sesi yoktu. Ölmüş olabileceğini düşündü. Eşi de aynı yöntemle annesini aradı, o da ulaşamayınca birlikte koltuğa oturup şaşkınca birbirlerine bakındılar. Kumanda ile ışıkları yakmak istediler,  yanmadı. Buzdolabının üstündeki panelden hangi ürünlerin bozulduğunu öğrendiler. Açtıklarında bozuk olanların ekşimiş kokusu suratlarına çarpmıştı. Emily, onları mutfaktaki bir düzeneğe bırakıp düğmeye bastığında kilometrelere uzağa gidecek olan yolculukları da başlamıştı. Acıkmışlardı. Yeraltı mahzeninden arta kalan konservelerle karınlarını doyurdular. Dışarısı sessizdi. Güneşin yakıcı sıcaklığı ise evin içindeydi. Neler olup bittiğini bir türlü öğrenemiyorlardı.  Lucas ciple zihni arasında bağlantı kurarak bir haber kanalına ulaşmak istedi, olmadı. Birçok yerlere komut verdi. Hafif de olsa bir sinyal almış ve anlatıcının sanki kuyudan gelen sesini zor da olsa işitebilmişti. Son savaşla birlikte dünya nüfusunun büyük bir bölümünün yok olduğu, hayatta kalanların ise yeraltına sığınan insanlar ile kendilerini radyasyondan koruyanlar olabileceği belirtilmişti. Dışarı çıktılar.  Lucas kara, hava ve suda gidebilen aracını çalıştırdı. Bir süre karada yol aldıklarında çevrede gördükleri yabani hayvan leşlerine şaşırdılar. Ne sokakta ne de evlerinin çevresinde yaşam belirtisi vardı. Gökyüzüne doğru havalandıklarında tek bir kuş bile uçmuyordu. Bir süre yol aldıklarında eşi, “Midem bulanmaya başladı, iyi değilim,” dediğinde, Lucas aracına verdiği sözlü uyarı ile aracın yönü en yakın hastaneye yönelmişti. Hastanenin bahçesine uygun bir yere indiklerinde eşi baygındı. Çevresine yardım umuduyla bakındı, burada da canlı namına hiçbir şeye rastlamadı.  Karısını kucakladığı gibi servise getirdiğinde onu karşılayan olmadığı gibi içeriden ağır kokular geliyordu. Eşini sekreterlerin olduğu bölüme yakın bir yerdeki sedyeye yatırdı. Bluzunun düğmelerini gevşetip eline geçirdiği bir kartonla serinletmeye çalıştı. Su aradı, bulamadı. Tuvalete girip bir düğmeye dokundu, güçlü bir tıslamanın ardından beklediği su akmamıştı. Hızla hastaların yattığı odalara girip çıktığında gördükleri karşısında kusmamak için kendini zor tuttu. Hastalar yataklarında ölmüşler ve cesetleri çürümüş bir halde kokuyorlardı. Bir odaya girdiğinde kapının önünde yığılıp kalan çürümüş cesedin üstünden atlayarak yatağına yaklaştı. Komodinin üstündeki pet şişeyi alıp hızla karısının yanına geldi. Suyu eline döküp karısının yüzünü sıvazladı. Ağzını aralayıp bir miktar su dökse de karısı yaşam belirtisi vermemişti. Nabzını kontrol etti, atmıyordu. Sarstı, yine yanıt alamamıştı. Yüzü bembeyazdı. Ayaklarına dokunduğunda soğuktu. Alnına elini koydu, orası da aynısıydı. Başında bir süre bekledi. Çip yardımı ile ölüm bilgileri kendi çipine geldiğinde eşini kucaklayıp aracına götürdü. Havalandıklarında gözyaşları yağmur gibi akıyordu. Eve geldiklerinde eşinin cesedini yatak odalarına götürdü. Soyup dolaptan bulduğu bir çarşafa sardı. Onu evlerine yakın ağaçların bol olduğu bir yere açtığı çukura dualar arasında gömdü.  Mezarına diktiği tahtaya “Seni seviyorum Emily” yazmış, ilerleyen zamanlarda da mezarlığını anıta çevirmişti.    

İki Yıl Sonra

            Lucas düzenini kurmuş ve doğanın kendisine verdikleri ile yaşamını sürdürüyordu. Avustralya adındaki ülke tarihin sayfalarına gömülmüş ve savaşı başlatan sömürü ülkeleri ile farklı ülkelerden gelenler ülkenin sahipleri olmuştu.  Nüfus öylesine azdı ki, neredeyse Lucas’a koca bir kasaba düşüyor, diğer yerleşim yerlerinde neler olup bittiğini, hatta ülkeyi kimlerin yönettiğini bile bilmiyordu. Yıllar geçtikçe komşuları çoğalmaya başlamıştı. Avrupalı komşularının yanı sıra Japonya, Rusya ve Afrika’dan gelenler de olmuştu. Birkaç villa ilerisine tek başına Güney Afrika’dan gelen orta yaşlarda zenci bir kadın yerleşmişti. Kadın güzel ve çekiciydi. Lucas ona yardım bahanesi ile gidiyor ve bir eş gibi evin tamiri, yiyecek getirme gibi işlerinde yardımcı oluyordu. Bir gün kendisine evlenme teklifi ettiğinde kadın kabul etmişti. Birkaç kişinin katıldığı ve papazın bulunmadığı kilisede evlendiklerinde kadının evini kapatarak Lucas’ın evine yerleşmişlerdi. Günler geçtikçe kafa yapıları uyuşmuyor ve kavgaları eksik olmuyordu. Sonunda ayrılmaya karar verdiler. Kadın tekrar evine döndüğünde Lucas bu kez kendisinden üç yaş büyük sarışın ve güzel bir kadınla ilgilenmeye başlamıştı. Birkaç ay birlikte oldular. Evlenmeye karar verdiklerinin ertesi günü küçük bir tartışma ile ayrılmışlar, inatları yüzünden uzun bir süre de görüşmemişlerdi. Lucas kadınlardan yana şansının olmadığını düşünerek bir daha hiçbir kadınla ilişki kurmak niyetinde değildi. Bir süre çevreden uzaklaşmak istedi. Aracı ile havalanarak şehir merkezine gelmişti. Burada da insanlar yok denecek kadar azdı. Daha önce kum gibi insan kaynayan caddede şimdi üç veya dört kişi yürüyordu. Mağazaların çoğunluğu boş ve kapıları açıktı. Herhangi bir mağazaya girilse ve insan istediğini alıp götürse, kimse “Neden götürüyorsun?” demezdi.  Bir teknoloji mağazasına girdi. İçeride kimse yoktu.  Köşe başındaki reyonda bir tanıtım yazısı ilgisini çekmişti. “Yapay zekâ kadın robot, tam size göre.” yazısını okuyup robotu incelemeye başladı. Robot tıpkı bir insan görünümündeydi.  Saçları siyah, kaşları yay gibi gergin, gözleri yeşil, kızıl dudakları dolgun, teni esmerdi. Üzerindeki dar giyimli kırmızı elbisesi ise seksiydi.  Yaklaştı, başlama düğmesine dokunup bekledi. Kadın robot önce kirpiklerini oynattı. Sonra dudaklarını aralayıp gülümseyen bir yüz ifadesiyle “Emrinizdeyim.” dedi. Lucas robotun ellerine dokundu, aynı karısına dokunduğu sıcaklığı hissetti. Düğmeyi kapatıp robotu kucakladığı gibi aracına götürdü. Eve getirdiğinde karısının mutfaktaki yerine oturttu. Kullanma kılavuzunu okudukça mutlu oldu. Yemek yapmasına, tüm dünya bilgisine sahip olmasına, istenildiğinde günlerce sohbet edebilmesine, dışarıda birlikte gezintiye çıkmasına, evin en ince detayına kadar temizlik yapmasına ve bir insan tenine dokunurcasına sevişmesini öğrendiğinde,  gülümsedi.

            Lucas robotla evli bir kadın gibi yaşamaya başlamıştı. Dışarı çıkarmasa da evde tek dostu olmuştu. Onunla birlikte film izliyor, getirdiği çay ve kahveyi içiyor, yaptığı yemekleri yiyor,  bin yıl önce yazılmış dünyanın ünlü yazarlarının kitaplarını okuyordu. Birlikte tarihi sorguluyorlar ve karşılıklı bilgi alışverişinde bulunuyorlardı. Lucas, robota “Olivia” adını takmıştı. Bir akşamüstü yemek sonrası Amerikalı yazar Sylvia Plath’ın 1977 yılında yayımlanan Johnny Panik ve Rüyalarının Kutsal Kitabı” adlı eserinden anlattığı Cockaigne ülkesini ilginç bulmuştu. Orta Çağ Avrupa’sında lüks içinde çalışmadan yaşanılan bir ülke olmasını, bu ülkede efsaneye göre; şaraptan ırmaklar, pastadan evler, hamur işiyle döşenmiş sokakların olmasını ve dükkânlarında herkese parasız mal verilmesini Lucas şu anda yaşadığı yere benzetti.

             Ne olduysa bir gece robotla sevişmelerinde olmuştu. Olivia, Lucas’a sımsıkı sarıldığında bir boğa yılanı gibi belini sıkmaya başlamıştı. Kurtulması mümkün değildi. Bedeni sıkıldıkça Lucas’ın nefesi gittikçe azalıyor, damarları morarıyor,  gözleri ise sanki yuvasından çıkacak gibi oluyordu. Parmaklarıyla robotun kapatma düğmesine dokunmak istese de bunu gerçekleştiremiyordu. Bir ara bacakları ile iteklemeye çalışsa da kaynamış demir gibi ayrılamıyorlardı. Her geçen saniye kuvveti azalıyor, başı dönüyor ve ölüme hızla yaklaşıyordu. Bağırması da korkulu bir rüyanın içindeymiş gibi gittikçe sessizleşiyordu.

Ertuğrul ERDOĞAN

Mayıs / 2024 / Bursa

13 Ağustos 2023

SOL EL



Evin dördüncü çocuğu erkek doğduğunda baba, şükretmek için evlerine yakın bir tepedeki çevresi demirlenmiş kulübedeki yatıra gidip dualar etti. Yatırın yanı başındaki meyve vermeyen ağacın dallarına bağlanmış genelde beyaza bezenmiş çaputlara bakıp gülümsedikten sonra “Şükürler olsun Allah’ım, dualarımı kabul ettin, şükürler olsun…” sözcüklerini birkaç kez tekrar ederek eve geldiğinde oğlunu banyosu yaptırılmış halde yatağında mışıl mışıl uyurken buldu. Evde hummalı bir hareket başlamıştı. Üç kız kardeş hem ev işlerine hem de yeni doğan kardeşlerine bakarak lohusa dönemindeki annelerine yardım ediyorlardı. Dedesi, bebeğin ismini kulağına “Ahmet” diye fısıldadı. İri gözleri, seyrek de olsa siyah saçlı ve tombul bir bebekti Ahmet. Babası “Aslan Oğlum!” diye sevmesine kızları ‘pabucumuz dama atıldı.’ söylemleriyle alınarak bakıyorlardı. Emeklemeye başlayan Ahmet, dört yaşına gelmişti. Bir akşam sofrada küçük ablasının yemek yedirmesini istemeyince sofradakiler şaşırmışlardı. Ahmet, yemeğini kaşığı sol elle tutarak yiyor, etrafa dökse de ilerleyen günlerde alışmıştı. Babası sol elle yemek yemesine kızıyor, dik dik bakıp “Oğlum, sol elle yemek günahtır! Evde bet bereket olmaz” diye, söyleniyordu. Ahmet, sağ eline aldığı kaşıkla tabağa daldırdığı çorbayı tam ağzına götürmek üzereyken üstüne döktü. Anne, sinirli bir halde büyük kızından el bezi istedi. Gelen bezle önce oğlunun üstünü sonra tersiyle sofrayı temizledi. Ahmet, üzülmüş bir halde kaşığı babasına bakarak tekrar sol eline aldı. Çorbayı dökmeden içmişti. Baba “Evladım, sol elle yeme, diye kaç kere söyleyeceğim, he? Hoca camide sol elle şeytanların yemek yediğinden bahsetti. Yapma oğlum, yapma!” diyerek bir kez daha kızmıştı. Ahmet, dudağını bükerek kaşığı usulca sofraya bıraktı.

***

Ahmet’in okula başlayacağı günler yaklaşmıştı. Oldukça sevinçli ve hevesliydi. Annesi, okul hazırlıkları için kızlarıyla birlikte çarşı pazar gezerek; forma, çanta ve kırtasiye malzemeleri gibi ihtiyaçları almışlardı. Ahmet, onları her defasında odasında yere serip bakmaktan keyif alıyordu. Okulun ilk günüydü. Uzun boylu olduğu için arka sıralarda olmasına içerledi. Birkaç kez öne geçmeye çalışsa da öğretmeni onu tekrar arkaya göndermişti. Bahçede okula girerken oluşturdukları sırada en arkada olmasına sinirleniyordu. Öğretmenleri kırklı yaşlarda tombulca ve sert görünüşlü bir kadındı. Uzun sopasıyla derse başladığında Ahmet’in gözü sopanın avuç içindeki ileri geri oynamasına takılmıştı. Öğretmen, tahtaya yazdıklarını öğrencilerden defterlerine yazmalarını istedi. Bir süre sonra ön sıradan başlayıp arka sıraya kadar yazanları kontrol etti. Yanlış yazanları uyarıp tekrar yazmaları için başlarında bir jandarma sertliğinde bekledi. Sesini yükselttiğinde öğrenciler, korkuyor, teneffüs zili çalmasıyla sevinç içinde bir anda sınıfı boşaltarak koridorlarda çılgınlar gibi koşuşturuyorlardı. Bir gün öğretmen, kontrol esnasında Ahmet’e nasıl yazması gerektiğini tarif ederken, onun sol elle yazdığını gördü.

“Evladım, sol elle yazılmaz, günah olduğunu söylemediler mi?”

“Söylediler öğretmenim. Babam çok uyardı ama yapamıyorum. Sol elle daha rahat yazıyorum.”

“Olmaz evladım, olmaz! Ver bakayım kalemini…”

Öğretmen, kalemi Ahmet’in sağ eline yerleştirdi. Minik ellerini sıkıca kavrayıp avuçlarında kaybetti. Tahtaya yazılanları birlikte yazdılar. Ahmet, kalemi tutmakta zorlandığı gibi yazdıkları da bir şeye benzemiyordu.

“İşte böyle!”

“Ama öğretmenim…”

“Aması maması yok! Sağ elle yazacaksın, o kadar!”

“Beceremiyorum ki…”

“Sus, konuşma! Ben ne diyorsam o olacak! Anlamam, çalışacaksın!”

Ahmet, öğretmenin uzaklaşmasıyla kalemi ürkekçe alıp tekrar sol eliyle yazmaya devam etti. Gözü sürekli öğretmendeydi. Yaklaştığında kalemi sağ eline alıyor, yazıyor gibi yapıyordu. Öğretmen kafaya takmış bir vaziyette gözü Ahmet’teydi. Tahtayı silip yazıklarını defterlere yazmalarını bir kez daha istedi. Bir yarasa keskinliğinde masadan öğrencileri izliyordu. Ahmet’i sol eliyle yazarken görmüştü. Sözünün dinlenmemesine sinirlenip hızla gelip Ahmet’in başına dikildi. “Uyu Ali uyu” yazısının son harfini yazmakta olan Ahmet’in kulağından çekip havaya doğru kaldırmasıyla Ahmet’in sol elindeki kalem fırlayıp birkaç metre ileriye düşmüştü. “Evladım ben sana ne dedim? Sol elle şeytanlar yazar, demedim mi? Geç bakalım tahtaya…” Ahmet’in suratı, yukarı doğru çekilen kulaklarının acısıyla yamuk bir hâl almıştı. Öğretmen kulağını bıraktığında kulak memesine kadar kan oturmuştu. Tahtaya geçip arkadaşların karşısında mahcup bir halde önüne baktı. Öğretmen, “Bir daha sol elle yazmayacağım.” diye, tekrar etmesini istedi. Ahmet, mırıldayan sözlerle tekrar etti. Öğretmen, bunu beğenmedi. Bir kez daha hızlı tekrar etmesini istediğinde cılızca konuştu. Arka sıralarda bacak bacak üstüne atan öğretmen, sinirlendi. “Hızlı hızlı! Olmuyor böyle! Gür sesle bir daha söyle bakalım! Bir daha sol elle yazmayacağım!”

“Bir daha sol elle yazmayacağım!”

“Tekrar et!”

“Bir daha sol elle yazmayacağım!”

Öğretmen, “Şimdi herkes söylediğimi tekrar edecek! Ahmet bir daha sol elle yazmayacak! diye, sınıfa seslendi. Sınıf koro halinde öğretmenin söylediklerini birkaç kez tekrar etti. Ahmet mahcup bir haldeydi, yüzü kızarmıştı. O an yer yarılıp içine girmeyi çok istemişti. Bu sözler, ders bitimine kadar kulaklarında çınladı. Teneffüs zili çaldığında dışarı çıkmak istemedi. Sınıfta kalan birkaç arkadaşı da onunla dalga geçiyor, gülerek, “Ahmet, sol elle yazmayacakmış.” diyerek, alay ediyorlardı. Eve girdiğinde suratının o haline annesi çok üzülmüştü. Oğluna, neler olup bittiğini sorsa da Ahmet hayata küsmüşçesine konuşmadı. Akşam sofrada üzgün halini gören babası, “Oğlum ne oldu sana hiç sesin çıkmıyor?” diye sordu. Yanıt vermedi. İştahı da yoktu. Annesi ısrar etti. Sürekli sağ eline bakıyordu. Arkadaşlarının sesleri beyninde dolaşıp duruyordu. Sofrada karşısında oturan küçük kız kardeşi ekmeğin ucundan koparıp ağzına götürmek üzereyken, “Ahmet, yemen lazım, yoksa okulda canını sıkan bir durum mu oldu?” Ahmet yanıt vermedi. Büyük ablanın yanında oturan ortanca kardeşi, “Önemli bir problem var ama ne? Yakında kokusu çıkar” dedi. Baba sinirliydi. Kızarak, “Haydi bakalım, yemeğini ye! Canımı da sıkma! Zaten işte bir ton fırça yedim şefimden. Sinirimi senden almayım ha!” diye söylendi. Ahmet, kaşığı yavaşça sağ eliyle kavradığında babası yan gözle oğlunu izliyordu. “Aferin, bizim yapamadığımızı öğretmeni yapmış” diye, ortaya konuştu. Bütün gözler evin küçük oğlundaydı. Ahmet, kaşığı çorba tabağına daldıracağı esnada okulda tekrarladığı sesler, kulağında gittikçe artıyordu. Kaşığı çorbalı halde sinirlenerek fırlattı. “Öğ…ööö..” sözcüğünün devamını getiremedi. Sofradan kalkıp ağlayarak hızla odasına gitti. Herkes şaşkınca birbirine bakıyordu. Ailesi onun ne demek istediğini anlamamıştı. Babası, “Üstüne gitmeyin hanım, olur öyle şeyler…” Anne, “Bey, okuldan geldiğinden beri evladımız konuşmuyor. Dili mi tutuldu ne?” Kardeşlerin yüzünde ise tedirginlik hâkimdi. Büyük ablası Ahmet’in odasına gitti. Kapısını tıklattı. “Ahmet, güzel kardeşim, her şeyi bana anlatabilirsin. Sana elimden geldiğince yardım ederim. Ööööö…. derken, ne demek istedin? Öğretmenin mi?” Ahmet “E…e… vet” dediğinde, Şaşkındı. Gözlerini açarak sordu, “Kardeşim yoksa kekeme mi oldun?

“Bi… bi.. bil… mi… yom””

“Şimdi bana her şeyi baştan anlat.”

Ahmet olup biteni konuşmaktan ziyade defterine yazdı. Yazıyı okuyan ablası sinirlendi. Dişlerini gıcırdattı. Sofraya dönerek okuduklarını ailesine anlattı. Sinirlice odasına gidip giyindi. Öğretmene bir iki laf söylemek için dışarı çıkmak üzereyken annesi “Kızım öfkeyle kalkan zararla oturur. Dur hele, hep birlikte bir konuşalım. Ona göre davranırız. Geç içeri.” Ablası burnundan soluyordu. “Ben o öğretmen bozuntusuna sorarım. Sanki sol el organ değil!” Baba bu sözleri duymamış gibi banyoya gidip abdest aldı. Sonra da odasına gidip namazını kılıp geldi. Yer sofrası kalkmış iki kız kardeş mutfakta bulaşıkları yıkıyordu. Abla pencerenin kenarında dışarı sinirlice bakıyordu. Aile hep birlikte oturma odasında buluştular. Baba söze girdi.

“Bak kızım, okula gidip de öğretmeni oğlumuza cephe aldırmaya hiç gerek yok. Unut gitsin. Hem dinimizde de yeri var. Neden sağ ayakla iş yerine girilir? Çünkü bereketli olsun diye.”

“Ah baba! Hurafelere kendini kaptırma. Sol ayağın olmasa yürüyebilir misin? Hem demezler mi ‘Bir elin nesi var iki elin sesi var’ diye? Öğretmeni Ahmet’in kulağından çekip sınıfa rezil etmiş. Sen nelerden bahsediyorsun? Oğlun kekeme oldu baba! Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?

“Düzelir kızım düzelir. Bak bakkalın oğlu Hüsmen de kekemeydi, bir korkuyla düzeldi. Onun da zamanı var. Unut gitsin!”

“Hayır, baba unutmayacağım! O kadına haddini bildireceğim! Öyle öğretmen olmaz! Sınıfta hiçbir öğrenciyi rezil etme hakkına sahip değil! Kardeşimin varsa bir problemi, velisi olarak ben ne güne duruyorum? Hemen kulak mı çekmek lazım? Hem de sol elle yazdı diye! Kardeşimin beyin lopları da öyle çalışıyor, ne yapsın. Ona gününü göstereceğim. Gerekirse onu mahkemeye vereceğim!” Anne üzüntülü bir halde “Kızım baban haklı, üstüne gitme artık. Olan olmuş, yakında doktora götürür çaresine bakarız.” diye, mırıldandı. “Anne, oğlun diyorum oğlun! Ke-ke-me! Onun için ne zor bir durum biliyor musun? Hayatını ve geleceğini etkileyecek…” Kızı giyinip sinirli bir şekilde okula gitti. Müdürün odasına kapıyı tıklatıp girdiğinde müdür, telefonla konuşuyordu. Bitmesini bekledi. Müdür, eliyle koltuğu gösterdi. Ablası veli olarak olup biteni anlattığında müdür, üzüldüğünü söyleyip öğretmeni uyaracağını belirtti. Ablası, burnundan soluyordu. Mutlaka öğretmene bir iki çift laf söyleyerek rahatlayacağını düşündü. Öğretmenler odasına yöneldi. İçeride onu bir köşede kahve içerken gördü. Öğretmenlerin çoğu buradaydı. Kimisi kitap okuyor kimisi de birazdan vereceği dersin hazırlığı içindeydiler. Abla, ortaya konuştu:

“Nursel öğretmen, bakar mısın?”

“Buyurun, ne istemiştiniz?”

“Ahmet’in ablası ve aynı zamanda velisiyim.”

“Evet, buyurun. Ben de sizi arayacaktım. Ahmet sol…”

“Size öğretmen bile demek istemiyorum! Bırakın sağı solu da öğrencilerinize çağdaş ve bilimsel ders vermeye bakın! El Mars’a gidiyor, biz hâlâ sağ elle mi yoksa sol elle mi yazılır, onun tartışması içindeyiz. Sizden öğretmen olmaz, yazıklar olsun sizi öğretmen yapana!”

Öğretmen, rezil olmuş, kıpkırmızı kesilmişti. Elindekileri sehpaya bırakıp öylece kalakaldı. Bütün öğretmenler ikisinin konuşmasına odaklanmışlardı. “Merak etmeyin, sizi mahkemeye filan vermeyeceğim, ama inşallah bu vicdanla umarım rahat yaşama imkânı bulamazsınız. Kardeşim sizin bu kötü davranışından sonra kekeme oldu. Şimdi mutlu musunuz, he?” Öğretmenlerden araya girenler olsa da abla sinirli bir halde ağlayarak konuştu. “Ahmet’i başka sınıfa aldıracağım. Gerekirse okulunu değiştireceğim. Sizin elinizde heba olacak öğrenciler, yazık!” diyerek, oradan uzaklaştığında Öğretmen olduğu yerde hiçbir şey söylemeden oturdu. Uzun bir süre pencereden dışarı baktı.

***

Ahmet, ilköğretimi başarıyla bitirmiş, liseye başlamıştı. Uzun tedaviler sonrası kekemesi de sonlanmıştı. Liseyi takdir ve teşekkürlerle bitirdikten sonra üniversite sınavına girmiş ve bir üniversitenin inşaat mühendisliği bölümünü kazanmıştı. İkinci sınıfa geçtiğinde bölümünü sevmediğinden tekrar üniversite sınavlarına girdi. Bu kez hayalindeki Tıp Fakültesini kazanmıştı. Mezun olduktan sonra bir hastanenin göğüs servisinde çalışmaya başladı. Üniversitenin son sınıfında tanıştığı arkadaşıyla evlendi. Bir kızı bir de oğlu oldu. Yıllar sonra hastanedeki odasına kapıyı tıklatan yaşlı bir kadın girdi. Ahmet, masanın önündeki sandalyeyi gösterip buyur etti. Kadını tanımıştı. İlkokul da kendisini kekeme yapan öğretmeniydi.

“Hocam ben Ahmet, anımsadınız mı?”

“Evladım, o kadar çok Ahmetler geçti ki elimden, çıkaramadım. Hem yaşım da seksene dayandı, unutkanlık malum…”

“Hani şu sol elimle yazı yazdım diye, tahtaya kaldırıp beni sınıfta rezil ettiğiniz Ahmet.”

“Hııııım… Sen o musun?”

“Evet. Rahatsızlığınızı öğrenebilir miyim?”

“Üşütmüşüm… ”

Ahmet, öğretmenin bir deri bir kemik kalmış sırtını açıp stetoskopla dinledi. Tansiyonunu ölçtü.

“Evet, ciğerlerinizde tahribat var. Sigara kullanıyor musunuz?”

“Yirmi yıl önce bırakmıştım.”

Ahmet, ‘hocam’ diye hitap etmeyi çok istese de içinden gelmedi.

“Size birkaç ilaç yazacağım düzenli olarak kullanırsanız bir haftaya kadar iyileşirsiniz. On gün sonra kontrole beklerim.” Öğretmen, üzerini toparladıktan sonra aldığı reçete ile çıkmak üzereyken Ahmet arkasından seslendi:

“Hocam, bir saniye bakar mısınız?”

Öğretmen ihtiyarlığın verdiği yavaşlıkta dönüp gözlüğünü düzelterek baktı.

“Reçeteyi sol elle yazdım, size iyi günler…”

04 Kasım 2022

VİDEOLARIM

 

Mesut YAR ile Star TV  "Uyan Türkiye" Programında



Edebiyat Sohbetleri (1)



Edebiyat Sohbetleri (2)



31. Medellin Uluslararası Şiir Festivali'nde seslendirdiğim üç şiirim (Sunum İspanyolca)



SANAT TV'de Sabahattin ABİ'nin sunduğu programa telefonla bağlandım.




"Corona Yalnızlığı" adlı romanımdan bir bölüm seslendirdim.



Hindistan Kritya Uluslararası Şiir Festivali'nde seslendirdiğim şiirim.



Arjantin'den Kari Krenn ülkelerindeki Alzheimer (ALMA) Derneği için 

Seslendirdiğim "Sarı Ev" adlı şiirim.



"Kadın Adamlar" adlı kısa öykümü seslendirdim.



"Ah O Kokular" adlı bir yazımı seslendirdim.



"Pavyon Güzeli" adlı kısa öykümü seslendirdim.




"Sokakta Yatan Adam" adlı kısa öykümü seslendirdim.




Katıldığım kitap fuarlarından  görüntüler...










01 Kasım 2022

YAŞLI TAMİRCİ

Sabahın ilk saatlerinde aracımla bir sokağa girdiğimde karşılıklı tamirhanelerden farklı farklı sesler geliyordu. Rüzgarın da etkisiyle yayılan; benzin, yağ kokusu pencereden süzülüp burnumu yalayıp geçiyordu. Bir aparata kaynak yaptırmam gerekiyordu. Tamirhanelerden birine yaklaştım, iki genç bir araçtan indirilen büyükçe bir motorun üstünde çalışıyorlardı. Kaynakçıyı sordum, karşıyı gösterdiler. Oraya yöneldiğimde kapının girişinde bir delikanlı ön tekerleği sökülmüş bir aracın altına yatmış vaziyette uğraşıyordu. “Ustam Selam” dediğimde, işini bırakıp beni dinledi. “Haddim değil, Ustam ileride ona söyler misiniz?” diye alçak gönüllüce bir yanıt verdi. Ustanın yanına gittim. Yaşlıydı. Elimdeki aparatın kaynak yapılacak yerini gösterdim. Alıp inceledi sonra arka tarafa geçip bir süre uğraştıktan sonra işi tamamlayıp geldiğinde, yaşını merak edip sordum. 81 dediğinde inanamadım. Yüzüne yaşlılık belirtileri çökmüş olsa da vücudu bir delikanlı gibi dinçti. Tamirciliğe on iki yaşında başlamış. Bir başka gün kendisinden röportaj sözü almıştım. Sorularımı hazırlayıp yanına gittiğimde, tezgâh üstünde bir aracın kapısı üzerinde çalışıyordu. İşini bırakıp bir köşeye çekildik. Telefonumun ses kaydını açıp konuşmaya başladık. Buyurun sohbetimize…


E.E. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Mesleğe nasıl başladınız?

Y.T. Ben Yunus Topçu. Adapazarlıyım. 1939 doğumluyum. Yani yaşım 81. Baba tarafı Rizelidir. Üç buçuk yaşında Adapazarı’na gelmişiz. Burada yaşadım. 1951 yılında tamirciliğe çırak olarak girdim. Babam okumamı çok istedi, ancak okumayı nedense sevemedim. Okullarımız bugünkü gibi değildi. Babama, “Ben okumayacağım, beni iyi bir tamirci ustasının yanına ver. Söz kısa sürede iyi bir sanatkâr olacağım.” dedim. Hangi tür olursa olsun, tamir yapmayı seviyordum. Otomobil tamirciliğini seçtim. Kaporta bölümüne yöneldim. Motor bölümü o yıllarda henüz gelişmemişti. Hem de çok sermaye isteyen bir meslekti. Ustaları izleye izleye kısa zamanda kendimi yetiştirdim. Hayatımız böyle işte… Yetmiş yıldır da bu mesleğin içindeyim.

E.E. Meslek dışı bir soruya geçmek istiyorum. Babanız Kurtuluş Savaşı’na katıldı mı? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Y.T. Evet babam Kurtuluş Savaşı’na katıldı. O yıllarda Rize’den Adapazarı’na göç ettiği zamanlar Atatürk’ün Harp Okulundan sınıf arkadaşı da olan, İngilizlerin Anadolu’ya ilerleyişlerini durduran ve Kurtuluş Savaşı’nı buradan ilk başlatan komutan olan Ali Fuat Cebesoy’un emrine girmiş ve büyük bir mücadele ile İngilizleri yenilgiye uğratan birliğin içindeymiş. Savaşın ardından teskereyi aldıktan sonra Adapazarı’nda keresteciliğe başlamış. Ticaretin çeşitli dallarını yaptı. Hayatın sürprizleri çoktu, maalesef ticarette sıfırı da gördü. Babam muhterem bir insandı. İyilikseverdi. Adapazarı o yıllarda küçücük bir yerdi. Dışarıdan birisi geldiği zaman “Kutinoğlu (babamın lakabı) sizin işinizi yapar.” derlerdi.

E.E. Atölyenizde tamiri yapılan Amerikan Arabalarını görüyorum. Meraklı mısınız?

Y.T. Merakınız derken, bu arabaları tanıyan tamirini yapabilir. Biz bunların içinden çıktık geldik. Bu araç 1972 model Chevrolet. Bakın motor kısmı, neredeyse günümüz araba boyunda. Bununla yolculuk bir uçak yolculuğu konforundadır. Daha önce bir başka model vardı, dükkân yanınca o da yandı. Amerikan araçlarının hangi modeli olursa olsun, hâlâ tamir şekilleri kafamda. Hepsinin tamiri yapabilirim. Eğer yedek parçayı bulabilirsek değiştirir, bulamadığımızda aynısını yapardık.


E.E. Günümüzde anne ve babalar, çocuklarını sanat öğrensinler diye bir yere çırak olarak vermiyorlar. Okuyup kariyer sahibi olmalarını istiyorlar. Çırak bulabiliyor musunuz?

Y.T. Maalesef çırak bulamıyoruz. Yok… Çocuklar on altı yaşına kadar okuyorlar. Bu yaştan sonra bir insandan sanat namına hiçbir şey olmaz. Örneğin oğlum da okumadı. Şimdi armut dibine düşer misali, aynı mesleği yapıyor. Bir şirketin kaporta bölümünde sorumlu olarak çalışıyor. Ama okusaydı, bir mevki sahibi olabilirdi. Gerçi sanat öğrenmek de önemli. O insanın kolundaki altın bileziktir. Geçenlerde yan komşumuzun bir arkadaşı geldi. Hollandalı imiş. Türkçeyi bilmiyordu. Arkadaşım yardımcı oldu, sizin gibi röportaj yapmaya geldi. Bittiğinde bana, “Seni Hollanda’ya götürelim, orada bir atölye açalım.” dediğinde, Ona, “Bu yaştan sonra hiç gerek yok. Yaşım otuz filan olsa olurdu. Yaş seksenden sonra nereye gideceksin?” dedim. Yani sanat olunca her yerde ekmek var demektir.

E.E. Bu yaşta dinç olmanızı çalışmaya mı bağlıyorsunuz? Bunun sırrı nedir?

Y.T. İnsan önce işini sevecek. Ben işimi severek yapıyorum. Çevremi ve arkadaşlarımı seviyorum. Burada yetmiş yılık bir geçmişim var. Çarşıda hiç arkadaşım kalmadı. Birçoğu vefat etti. Çalışmak insanın ruhunu açar. İnsanı gençleştirir. Benim arkadaşlarım camiye gittiklerinde hepsi tabure ile namaz kılarlar. Şükürler olsun, hep ayaktayım. İşleyen demir pas tutmaz, derler. Biraz da fiziğime borçluyum.

E.E. Meslek Hastalıklarından etkileniyor musunuz? Örneğin kaynak yaparken çıkan dumanlar veya ışınları gözlerinizi rahatsız etmiyor mu?

Y.T. Sağlık yönünden pek sıkıntım yok. Yalnızca sol gözümden bir katarakt ameliyatı geçirdim. Şimdi çok iyi görüyorum. Kaynak oksijen olduğu için zarar vermez.


E.E. Eskiden komşuluk ilişkileri çok iyiydi. Son yıllarda toplum, bu değeri kaybetmiş görüntüsü içinde, neler söylemek istersiniz?

Y.T. İnsanın iyi bir komşuluk yapabilmesi için, insanlara saygılı ve sevgisi olmalıdır. Ben kırk altı yıldır bu semtteyim. On dört yıl çarşıdaydım. Ondan sonra da çıraklık ve kalfalık dönemlerim oldu. Hangi komşu olursa olsun, kötü komşum olmadı. Niçin olmadı? Biz iyiyiz de onun için. İnsanlara iyi gözle bakarsanız hep karşılığını iyi bulursunuz. Ben evimizin çevresindeki komşularla da aynıyım. Benim bahçemle ilgili bir sorun var, diyelim. Komşu geldi, benden müsaade istiyor. Komşu ne demek? Benim evlatlarım yok diyelim, başıma bir şey geldiğinde ilk koşacak olan komşumdur. Benim cenazemi de kaldıracak komşumdur. Bana sormadan bahçeme girip her işi yapabilir. İnsanlara bu açıdan baktığınız zaman her sorun çözülür. Bu kadar gaddarlık nereden geldi? Bilmiyorum. İnsanların hepsi kötü olamaz. Hele hele biz Müslümanız. Müslüman komşusu ile güzel geçinmelidir. Ne yazık ki, yanlışlıklar tabi ki var.

E.E. Mesleğiniz geçinmenize yetiyor mu? Geçmişle günümüz arasında bir fark var mıdır?

Y. T. Sanatkâr bir ölçüde gider. Yani çok fazla yukarılara çıkamaz. Ama rahat geçinir. Huzurlu olur. Yaşamımda ihtirasım hiç olmadı. Hırs ve ihtiras insanı yıpratır ve yer bitirir. İsraf insanın en büyük düşmanlarından birisidir. Bir evde veya bir ülkede bu varsa orada bereket yoktur. Yani zorluk vardır. İsrafa şiddetle karşıyım.

E.E. Boş zamanlarınızda neler yaparsınız? Tatile gider misiniz? Türkiye veya yabancı bir ülkeyi gezdiniz mi?

Y.T. (Gülümsedi.) Yetmiş senedir dört dörtlük bir tatil yapmadım. Tatil yerine memlekete giderim. Babamın dost ve akrabaları Rize’dedir. Onları görmeye gideriz. Ayrıca Orada büyüklerimizin mezarlarını ziyarete gideriz. Söylediğiniz sahil veya müze gibi yerleri görmek nasip olmadı. Çanakkale Şehitliğini görmeyi çok istiyordum ancak o da gerçekleşmedi. Çocuklarım gitmek istediklerinde hiç engel olmuyorum. Onlara, “Gidebildiğiniz yere kadar gidin.” diyorum.


E.E. Hayalleriniz Nelerdi? Doktor, Öğretmen gibi meslekleri yapsaydım, dediğiniz oldu mu?

Y.T. Biliyorsunuz insanın ufku yani hayalleri sonsuzdur. Hayalimde çok şeyler vardı. Birçoğunu gerçekleştirdim, diyebilirim. Ama insan ulaşabileceği yere kadar bu hayalleri. Daha fazla öteye geçmek mümkün değildir. Hayatta kalabilmek için önemli olan birçok hayalimi yaptım diyebilirim. Hiçbir mesleğe özenmedim. Hatta sınıf arkadaşlarımdan (5.sınıfa kadar okudum.) okuyanlar müdür, doktor oldular. Bir gün beşiyle bir yerde sohbet ettik. Herkes çok güzel şeyler anlatıyordu. Ona rağmen, hiç pişmanlık duymadım. Neden? Yaptığım işi mutlaka birileri yapmak zorundaydı. Bizler de bir nevi araç doktoruyuz.

E. E. Evlilikte mutlu musunuz? Gençlere bu konuda neler söylemek istersiniz?

Y. T. Evet mutluyum. Mutlu bir evlilik için eşlerin karakterleri çok önemlidir. Yani kafa yapıları uyumlu olmalıdır. “ Ben Sevdim.” yetmez. Yeni evlilere şöyle söylüyorum: “Çocuklar sizce sevgi mi, yoksa itimat mı, hangisi?” Güven önemlidir. Sevgi olmayan yerde güven de yoktur. Güven olmadığı yerde sevgi de olmaz. Bu güveni bulduğun zaman mutlu olunmayacağına inanmıyorum. Bir de hırslı olmamak lazım. Olduğunla yetinen insanım.

E. E. Atatürk hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?

Y. T. Ben doğduktan bir yıl sonra ölmüş değerli bir insan. Kitaplarda okuduk. O günkü dönemde ve o şartlarda ülkemize bir lider lazımdı. Yüz senede bir her ülkeye nasip olmayacak bir şey değil. Nasıl Fatih’e yirmi bir yaşında İstanbul’u almak nasip olduysa, bu da öyle bir şeydir. Türkiye için çalışmış bir ekip meselesiydi. Çok abartmak iyi değil. Neden değil? İlahlaştırma yoluna gitmeye başladılar. Bir insana yaptıklarından dolayı saygı duyarsın, laf söyletmezsin. Ancak bazıları çok aşırıya gittiler. Bu hiç yerinde bir şey değil. O gün yapılanlar az şeyler değildi.

E.E. Röportaj için çok teşekkür ediyorum. Size yaşamınızda uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.

Y. T. Ben teşekkür ediyorum. Her zaman beklerim.

Ertuğrul ERDOĞAN

08.09.2020 / Sakarya

29 Ekim 2022

ZİMBABWE VE EDEBİYATI / Röportaj / Ertuğrul ERDOĞAN

Röportajın İngilizcesi yazının altındadır / The English version of the interview is below the article.

Afrika denildiğinde aklımıza ilk gelen renk, siyahtır. Oysaki güneşin ve aydınlığın hiç eksilmediği renk, sarıdır. Afrikalı çeviktir. Ruhlarında özgürlük vardır. Tam Tam müziklerinin ruhu doğum ile ölüm arasındaki hayat yolunu anlamlandırır. Kötü ruhları kovalayıp evli çiftleri kutlarlar. Baharı karşılarlar. Atalarını selamlarlar ve ölülerini saygıyla uğurlarlar. Bütün bunlar müziklerinin içindedir. Danslarındaki kıvraklığın çevikliği ile donatılmışlardır. Bu kıtada hayata değil, müziğin ritmine göre ayak uydurursunuz ve burada her şey vardır. Hayvanların en vahşisi, uçsuz bucaksız çölleri, doğa harikası ve yeraltı zenginlikleriyle Afrika, teknolojik yönden üstün olan Batılıların da iştihanı oldukça kabartmıştır. Yeraltı zenginliklerinin farkında olan şirketler kıtayı adeta kuşatarak hem yeraltı kaynaklarını ülkelerine taşımışlar hem de onları köle olarak farklı farklı ülkelere kaçırarak emeklerini sömürmüşlerdir. Bugünkü yolculuğumuz, eski adı ile Rodezya, yeni adı ile Zimbabwe’ye. Burası Afrika’nın güneyinde denize kıyısı olmayan bir kara ülkesidir. Başkenti Harare’dir. Nüfusu on beş milyona yaklaşmaktadır. On adet ili vardır. 1888’de topraklara ilk kez ayak basan bir İngiliz şirketi, maden imtiyaz hakkını alarak nüfuzunu burada genişletiyor ve bu ülkenin ileride İngiliz sömürüsü olmasını sağlıyor. Daha sonra büyük mücadelelerin ardından 18 Nisan 1980 yılında ülke tam bağımsızlığını ilan ediyor. Konuğum bu ülke edebiyatının içinde olan Sayın Tendai Rinos Mwanaka. Kendisi ve ülkesini daha yakından tanımak için buyurun röportajımıza…


E.E. (1) Tendai Rinos Mwanaka’yı kısaca tanıyabilir miyiz? Afrika’da çocuk olmak nasıl bir şeydir? Çocukluğunuzdan da kısaca bahseder misiniz?

T.M. (1) Kırk yedi yıl önce 13 Temmuz 1973 yılında Zimbabwe’nin Mozambik sınırının doğusunda Nyanga’nın küçük bir bölgesi olan Nyatate’nin Mapfurira köyünde doğdum. Burası kırsal bir alandı. Daha önce adı Rodezya olan Zimbabwe’nin kurtuluş savaşında çocuktum. Benim için hâlâ acıklı savaş anılarını unutmuş değilim. Savaş alanlarından ormanlara doğru kaçtığımız ve dışarıda uyuduğum geceler... Daha sonra özgürleşen bir ortamda okula başladım. Çocukluğum her çocuğun olduğu gibi çeşitli oyunlar oynayarak geçti. Oyun alanımız tarlalardı. Burası Afrika çocuklarının da kalbidir. Şimdilerde dünya çocuklarının odalarını elektronik aletler kaplamışken Afrika çocukları dışarıda geceleri bile oyunlarına devam ederlerdi. Birbirlerine hikâyeler anlatırlardı.

E.E. (2) Tarihi okuduğum kadarı ile Batı, Afrika’dan köleleri kaçırdı. Ülkenizin yeraltı zenginliklerini çalarken, sizlere İncil’i vererek uyuttu kavramı konusunda neler söylersiniz? Batı sömürgeciliğinin izleri hâlâ Afrika’nın üzerinde dolaştığına inanıyor musunuz? Yoksa yerli halk bağımsızlığı sahiplenmeye başladı mı?

Evet, düşüncenize katılıyorum. İncil’i Afrika’ya Batılılar getirdi ve Afrika’yı kolonileştirmek için kullandı. Ve bizi bununla oyaladılar. Bu maneviyatçılık şeytancaydı. Hristiyanlığı kabul etmek zorundaydık. Bunu yaparlarken kültürümüzü de kullanarak yaptılar. Kutlamalarda tam tam çalmak ve Lobola (Bir erkeğin alacağı kadını, inek karşılığında ödeme geleneği) ödemelerini sürdürmek gibi. Bizi birbirimize bağlayan kültürel uygulamaları şeytanca uygularlarken bu süreçte mbira müziği, geleneksel şifa yöntemleri gibi dinsel misyonerler bizi yeni bir dinle gözlerimizi kör ederken arkasındaki kapitalist sistem, servetimizi çalmakla meşguldü. Geniş araziler, çiftlik hayvanlarımız ve madenlerimiz hep sömürge ülkelerine taşındı. Bağımsızlık mücadelemiz zor oldu. Ve hâlâ iyi bir ekonomi için uzun bir yolumuz var. Ülkemiz siyasi açıdan bağımsız görünse de ekonomik alanı hâlâ Batının kontrolü altındadır. Bazı ülkeler ve toplumlar bu boyunduruktan kurtulsalar da birçoğu Batının boyunduruğu altında olmaya ne yazık ki devam ediyorlar. Batı medyasında Mugabe’nin Arazi Gaspı”nı okudum. Samora Michael’in Portekizli sömürgecilerin sahip olduğu tüm şirketlere el konulması, bağımsızlık, Güney Afrika BEE vb. düzensizlikler. Bağımsız Afrika sonrası iktidarlar, yeni sömürgecilikle başa çıkmaya çalıştılar. Aynı şey manevi alanda da devam ediyor ancak bu uzun bir süreç…

E.E. (3) Büyüklerinizden Batı’ya köle olarak götürülenler oldu mu? Bununla ilgili hikâyeler varsa alabilir miyim?

T.M.(3) Kimin kaçırıldığını tam olarak bilmek zor. Uzun yıllar önce Mozombik ve Doğu Zimbabwe’deki kırsal bölgemdeki insanlar Brezilya’ya Ve pek çok Shona kültür inancının Brezilya’da mbira, marimba, inançlar v.b. bulundular. Yani soyumda belirli bir kişiyi gösteremem zira o zamanlar kayıt altına alınmamıştı.

E.E. (4) Afrika’da bir yazan olarak, ülkenizde veya kıtanızda kadın olmak ne demektir?

T.M. (4) Bir yazar olarak kadın olmanın zor olduğu alanlar olduğunu düşünüyorum. Erkek olmaktan daha zordur. Ülkemin bağımsızlığından sonra kolay olduğu alanlar ve güçlendirilmiş programlar oldu. Burada sınıflara da bağlıdır. Kentsel ortamdaki bir kadın erkekle aynı eşit haklara sahiptir. Kadın olmak, güçlenme nedeniyle erkek olmaktan daha iyi olabilir. Ancak kırsal kesimde kadın olmak ayırımcılığa uğradığından eğitim alanında büyük zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Birçoğu küçük yaşlarda evlendirilirler. Bazıları tecavüze uğrarlar ve istismar edilirler. Ama bu konu bir mücadele meselesidir. Sınıflarla ilgili sorundur. Bir adamın hayatı zorsa, diyelim ki, kırsal alanla ilgili bir sorunsa oradaki kadının da hayatı daha çok kötüdür. Bu durumu düzeltmek için mücadele edilmesi gerekir. Kadın sadece mücadeleden çok sınıf mücadelelerine odaklanmış durumdalar.

E.E. (5) Edebiyata geçelim. Ülkeniz ile Afrika edebiyatı hakkında neler söylemek istersiniz? Dünyaya sunduğunuz yazarlarınızı öğrenebilir miyim? Ayrıca Afrika edebiyatını dünya ne kadar tanıyor? Afrika Antolojisi editörü olarak çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?

T.M. (5) Edebiyata başlamadan önce bir şeyler yazıyordum. Shona’da çocukluk yıllarımda edebiyatla iç içeydik. Hikaye, masal anlatımları, folklor, atasözü zvpare (İngilizce karşılığını bulamadım.) dil sınavı, atasözlerinden daha derin nyaudzosingwi (bununda İngilizce karşılığı yok.) bizim edebiyatımızı teşkil ediyordu. Yani kırmızı kırmızıydı, ne kadar karanlıktı ve ne kadar sessizdi v.b. Afrika edebiyatı yukarıda da belirttiğim türlerdeki Afrika kültüründen gelir. Ancak bu Afrika dilinde daha anlam kazanır. Çünkü yerel dillerimizde geniş bir edebiyat vardır. Sömürü dilinde bu değişikliklere uğruyor ve Batı okurları gerçeğinden uzak bir biçimde yanlış okuyorlar. Tam anlamıyla tercüme edilemediği gibi. Bir editör ve yayıncı olarak elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Günümüz Afrika’yı genelde genç yazarlarca yazılıyor. Özellikle genç şairler çeşitli antolojiler aracılığı ile düşüncelerini aktarıyorlar. Batının bundan haberleri yok. Batılı okuyucunun bildiği şey, Batı medyası ve yayıncıların tanıtımını yaptığı yazarlardır. Diyelim ki, NYT, Guardian, Washington Post v.s. bunların kalemlerinde bir Afrika var. Bizleri dünyanın bilmesini ve okumalarını istiyorum. Batıdaki Afrikalı şairlerin, Afrika’ya ait kitaplarını düzenleyip yayımlıyorum. Batı’nın farkında olmadığı o geniş Afrika edebiyatı, aslında bu kıtanın gerçek hikâyesidir. Ben buna odaklanan bir editör ve yayıncıyım. Aynı zamanda hem de bir yazar.

E.E. (6) Türk edebiyatı hakkında bilginiz var mı? Hangi yazarları tanırsınız? Onlardan okuduğunuz bir eser var mı? Dünya edebiyatında hangi yazarların eserlerini severek okudunuz?


T.M. (6) Evet, çok sayıda Türk yazarın çalışmalarına rastladım. Nazım Hikmet, Murathan Mungan, Gökçenur Çelebioğlu ( 2010 yılında yayınladığım Off The Coast dergisinde) ve okuduğum diğerleri. 2009 da “Sürgün Mürekkep Dergisi”. Türk edebiyatının insanlık ve mücadelesini seviyorum. Doğu Avrupa edebiyatı da ilgimi çekiyor. Tabi ki Afrika, Yerli Amerikan, Yahudi, Yerli Asya Edebiyatarı yanı sıra, Aron Aji’nin 1111’deki çeviri dergileri ile Onat Kutlar ve Bilge Karasu da beğendiğim yazarlar arasında.

E.E. (7) Ülke yönetimi hakkında bilgi verir misiniz? Batı yanlısı mı, yoksa bağımsız bir ülke midir? İktidarın Aydınlara karşı tavırları nasıldır? Geçenlerde Booker Ödülüne aday yazarınız Tsitsi Dangarembga’nın tutuklandığını sayfanızda görmüş ve şunları yazmıştınız. “Yaratıcı yazarları tutuklayan bir hükumete güvenmiyorum. Sanatçılar bir toplumun ruhu ve vicdanıdır.” Bunu bu yıl Hindistan’ın düzenlediği Kritya Uluslararası Şiir Festivalinin sayfasında paylaşmış ve yazar arkadaşlara da duyurmuştum. Neler söylemek istersiniz?

T.M. (7) Robert Mugabe yönetiminde otuz yedi yılı aşkın bir diktatörlüğümüz var. Tıpkı Nazım Hikmet gibi yazar ve müzisyenlerde Türkiye’den kovulduğu gibi, dünyanın bizi görmezden geldiği yumuşak bir darbe ile devrildi. Mnangagwa'nın yönetimi altında işlerin daha iyi olacağı düşünüldü. O da acı çekti ve birkaç gün ülke dışına çıkarıldı. Mugabe darbesinden önce ama giderek daha netleşiyor Ülkeyi kontrol eden aynı askeri / güvenlik grubu kümesi Robert Mugabe yönetimi altında hâlâ çekimler yapıyor ve hala uğraşıyorlar. Keyfi tutuklamalarla hükümete karşı her türlü muhalefet edenleri tutukluyorlar ve onları hapse atıyorlar ve orada işkence yapıyorlar. Yukarıda alıntı yaptığınız ifadeyi yazdım. Nasıl olduğuna dair hiç şüphe yok. Acımasız bir hükümet ve yazarların tutuklanmaya başladıkları andır. Onların ruhunu tutukluyorsun yani seni yapan şeyi tutukluyorsun. Bir hükümet hakkında güvenilecek hiçbir şey yoktur. Hapishane yazarları çok…

E.E. (8) Afrika denildiğinde toplumumuzca “Açlık” ve “Susuzluk” ve “Sömürülen ülkeler” gelir. Aslında bu durumun insanlığın ve üçüncü dünya ülkelerinin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin her tarafı işgal ettiği bir ortamda, zengin ve fakir arasındaki uçurum, ne yazık ki halkları gittikçe yoksul bırakıyor. Sizce Afrika topluluklarının mutluluk formülü nedir?

T.M (8) Batı medyasında Afrika hikâyeleri olmadan önce de belirttiğim gibi daha çok satmayı seviyorlar. Vahşi hayvanların odaya girdiği hikâye gibi şehir, kasaba, insan ve hayvanlar aynı mekânlardalar. Sanırım güç ve kontrolle ilgili bir durum. İnsanlar, Londra'da da açlıktan ölüyorlar. Paris'in getto çevrelerinde, kırk milyondan fazla Amerikalı yaşıyor. Amerika’da da üçüncü dünya hayatı mevcut. Batı medyasının inanmamızı istediği gibi, Afrika'da açlıktan ölmek! Mutluluğun yoksullukla çok az ilgisi var. Fakir insanlar buldum, onlar benden daha mutlular. Bunu kabul etmekle ilgili bir durumdur. Bu duruma göre sanırım Afrika ülkeleri, dünyadaki en yüksek akıl hastalıklarına sahip olmalı. Ama hayır. On yıl öncesine göre depresyon gibi hastalıklar olduğunu bilmiyordum. Batı kültürünün daha çok benimsendiği zamanlar. Birkaç örnekte Gettolarda birinin kendimi göreceğimi söylediğini duyuyor musun? Mutluluk, her şeye rağmen kendini sevmekle ilgilidir. Herhangi bir sınırlama, yetersizlik vb. Mutluluğun kişinin insanlık, hahaha ve biz insanlığın beşiği olduğumuzu biliyorsunuz. Afrika'dan ne kadar uzaklaşırsan o kadar mutsuz olursun. Bu sadece şaka!


E.E. (9) Ülkenizin eski ismi Rodezya. Bunun bir hikâyesi var mı? Ayrıca; Şohana, İngilizce, Kuzey Ndebele, Xhosa, Venda, Çevaca, Sotho, Tsvana, Tsongaca dilleri var. Toplumun geneli hangi dil ile anlaşmaktadır. Bu kadar dil farklılığı hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?

T.M. (9) Rodezya, İngiliz Cecil John Rhodes'tan türetilmiştir. Kapitalist ve sömürgeci Zimbabwe, Güney Afrika, Zambiya, Malavi vb. Evet Zimbabve'nin on altı resmi dili vardır ve her biri o dilin halkının bulunduğu bölgede konuşuluyor. En büyük grup, Shona dilidir ve yaklaşık yüzde yetmiş oranında konuşulmaktadır. Ndebele ise Güney Batı ve Batı'da iyi konuşulur ve ülkenin bir parçasıdır. Ulusal düzeyde özellikle iş için biz okulda birinci sınıftan itibaren öğretilen İngilizceyi kullanırız. Ana dil, kültürün içsel bir parçasıdır. Ve ayrıca sorunlar daha kolay anadilinizde ifade edilip edilmediklerini anlamak için yabancı dili de kullanırız.

E.E. (10) Covit-19 günümüzün en büyük dünya sorunu olmaya devam ediyor. Ülkenizde bu durum ne düzeyde ve nasıl önlemler alınıyor?

T.M. (10) Kovid, Batılılar kadar Afrika'da pek sorun olmamıştır. Medya ve tıp uzmanları yanıltıcı tahminlerde bulunmuştu. Evet, bizde de bu virüs bulunmaktadır. Batı ile aynı şekilde yanıt verdi. Ama bizde rakamlar oldukça aşağıdadır. Medyanın milyonları tahmin ettiği bir kışı geçirdik. 1.3 milyardan fazla olan bir nüfuslu kıta için 40.000'den daha az kişinin ölümü, çok fazla olmadığı açıktır. Ülkemde 10 binden az enfekte ve yaklaşık olarak 230 ölüm gerçekleşti. Bizler de diğer ülkeler gibi aynı şekilde tepkiler verdik. Sınırlar kapatıldı. Şirketler kapandı, herkes evlerinde kaldı. Ve sonunda az zararla karşılaştık.

E.E. (11) Turistlerin de ilgi gösterdiği Uluslararası Harare Sanat Festivali hakkında bilgi verir misiniz? Burada kitap fuarları da açılır mı? Kitap demişken, ülkenizin kütüphane sayısı, kitap okuma oranları hakkında bilgi verebilir misiniz?

T.M. (11) Harare Uluslararası Sanat Festivali zor durumda. Zimbabve Uluslararası Kitap Fuarı’da koma aşamasında. Burası Afrika'nın en büyük kitap fuarıdır. Zimbabve eskiden en çok Afrika yazarlarının bulunduğu edebiyatının önemli merkeziydi. Ancak yaptırımlar nedeniyle gelişmesi engellendi. Batılı borç verenler tarafından dayatılan yolsuzluk ve bu yapıların ve kurumların ekonomisi ve kötü yönetimi ve hükümetin sanat sektörüne ilgisizliği bu tür sanatsal organizasyonların yaşamını engelledi. Özellikle kitap fuarları covid-19 nedeniyle bu yıl kapalıydı ve uyum sağlayamadılar. Böyle olunca on-line festivaller öne çıktı. Afrika’da Şiir Festivalleri düzenlendi. Bizde çok az halk kütüphaneleri var. Ülkemizde okuma kültürü korkunç bir şekilde azaldı. Biz çok kitap okuduk. Kitap hep yanımızda vardı. Okulda, okumak gerekli olsun veya olmasın, okuyarak yol aldık. Köy yollarında, sığır sürüsüne giderken elimizde romanla giderdik. Roman okurken uyuya kalırdık. Ama günümüzde kimsenin elinde bir kitap göremiyoruz. Okul müfredatı tarafından zorlanmadıkça günümüzde çocuklar okumuyorlar. Kitapları pahalı görenler, ekonomik durumları nedeniyle bütçelerinden ilk bunları çıkartıyorlar. Böyle olunca insanlarda kültür zayıf oluyor. Neyse ki, eskiden kalan çok yazar ve şairlerimiz var. Bu yüzden çok değerli yetenekler boşa gidiyor.

E.E.(12) Biraz da mutfaklarımızdan konuşalım. Zambabwe mutfağını tanıtır mısınız? Ülke halkınız mısırı çok severmiş, doğru mu? Türk mutfağı hakkında bilginiz var mı?

T.M. Temel yemeğimiz mısırdan elde edilen kalın bir hamur olan Sadza'dır. (Isthwala, ugali, pap) Mısır, un haline getirilir, sonra onu üzerine mısır unu ilave edilerek suyla kalınlaştırıldıktan sonra pişirilerek yenir. Her çeşit et, sebze ve yaz otlarıyla birlikte servis edilir. Ayrıca çok fazla pirinç, ekşi süt, buğday, yabani meyve vb. yiyecekler tüketiyoruz. Evet, Türk yemeklerinden kebap ve baklavanın harika birer yemek türü olduklarını okudum. Ama burada hiçbir yerde bulunmuyor.

E.E. (13) Afrika denilince vahşi hayvanlar akla geliyor. Bu konuda yaşadığınız ilginç bir maceranız oldu mu?

T.M. (13) Evet Afrika'da o kadar çok hayvan var ki, onlarla birlikte büyüyoruz. Kırsal alanlarda çoğu artık doğa parkı ile çevrilen alanlarında yaşıyorlar. İlkokul ikinci sınıfta iken, bitişik ortaokulda İngiltere'den gelen beyaz tenli gurbetçi bir öğretmenleri vardı. Bir gün kocaman bir Piton yılanı yakaladı ve onunla yılan gösterisi yapmaya başladı. Gösteriye başladığı gün, köylerinden bir aslan geçti. Muchena Dağları’nın güneydeki Ziwa dağlarına kadar gitti. Tehlikeyi henüz bilmeden arkasından koştuk, neyse ki bu aslan zararsızdı. Bulunduğumuz bölge, o hayvanlar için yaşam alanıydı. Bir hafta sonra küçüklü büyüklü pitonlar okulun her yerinde görünmeye başladı. Kimseye zararları yoktu. Yetkililer yolları kapattılar. Otobüsler geçemedi. Piton yılanı birçok kişiler için totemdir, Onlar da aslanlar gibi kutsaldırlar. Hayvanlar yakalanmamalı veya öldürülmemelidir. O beyaz öğretmen yaptığı hareketle saygısızlık yapmıştı. Okul müdürü ne yapacağını biliyordu. Ruhlarımızı hafifletmek için para cezası öngördü ve ruhları yatıştırmak için bir bira töreni yaptı ve birkaç gün sonra bölgede piton yılanı görülmedi. Yani işe yarar geleneksel maneviyat ve insan ve hayvanların nasıl olduğu üzerine bağlantılıdır. Geleneksel Afrika maneviyatında hayvanlar, insanlardan daha yüksek ruha sahiptirler. Zimbabwe'de ve birçok Afrika ülkesinde herkesin kendine ait bir totemi vardır. Bu genelde bir hayvan totemidir.

E.E. (14) Size ülkemizin dünyaca ünlü Şairi Nazım Hikmet’i sorsam, tanır mısınız? Bize şiirlerinizden en beğendiğiniz çarpıcı bir dörtlük yazmanızı istesem mümkün mü? Ayrıca edebiyat çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?

T.M. (14) Evet Nazım Hikmet’i ve eserlerini biliyorum. Kitaplarını çok seviyorum. Onun bir şiiri ile on yıl önce karşılaştım. Şiirlerini sevmenin nedeni onun şiirlerinde gerçekçilik ve mücadele eden bir enerjinin olmasıdır. Şiirden hoşlanıyorum. İnsan ruhunun derinliğine hitap eden, gerçekçi şiirler hoşuma gidiyor. Dünya çapında ünlü şairlerin şiirlerini okudum. Dinler, kültürler, insanlar edebiyat çalışmalarımı doldurdu. Alabildiğim her şeyi okudum. Edebiyat derslerinde olduğu gibi bu konularda iyi bilgili olduğumu düşünüyorum. Keşke size şiir yazabilseydim. Ama şu anda yapamıyorum. Zira bu satırları hareket halindeyken telefondan yazıyorum. Yazmak için daha iyi bir ortama ihtiyacım var. Sanırım okuyucular yüzlerce şiirime internet ortamından ulaşabilirler.

E.E. (15) Bizim ülkemizde bitki örtüsü ile eşi benzeri olmayan Kaz Dağları gibi yerler yabancı şirketlerce talan edilirken, sizin ülkenizde de maden nedeniyle Çinli şirketlerce nesli tükenen hayvanların olduğu belirtilmekte. Bu doğa katliamı hakkındaki görüşleriniz?

T.M. (15) Evet, çevrede bozulma var. Bu konuda Çinliler de yalnız. Benim gibi yerliler de. Hatta hükümet, bürokrasi, yerel yönetimler, Batılılar, Ruslar vb... Sanırım Milli Park olduğu için Çinlilerin etrafında gürültü yaptık. Çinlilerin Afrika'daki en büyük sınır ötesi parkında sondaj yapılmakta iken hükümet, sözleşmeleri iptal etti. Şu anda Hwange Milli parkı güvenli. Gelebilirsen, dünyanın en büyük fil sürüsünü, gergedanları, aslan gibi birçok vahşi hayvanları görebilirsin.

E.E. (16) Sorulmasını istediğiniz bir soruyu siz belirleyin. Röportaj için size çok teşekkür ediyor. Zimbabwe halkına en içten sevgilerimi gönderiyorum.

T.M. (16) Hahaha… Kendi kendime sorduğum soruyu cevaplayacağım: Hayır evli değilim!

Ertuğrul ERDOĞAN / TURKİYE

Not : 1) Bu röportaj Deliler Teknesi Dergisinde yayımlanmıştır.

   2) Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yazılarım E-Güven Şirketi'nce tasdiklendiğinden izinsiz hiç bir yolla çoğaltılamaz.  

--------------------------------------------------------------------------------------

ZIMBABWE AND LITERATURE 

Report / Ertuğrul ERDOĞAN

The first color that comes to mind when we talk about Africa is black. However, the color in which the sun and light never diminishes is yellow. African is agile. There is freedom in their souls. The spirit of Tam Tam music makes sense of the life path between birth and death. They chase away evil spirits. They congratulate married couples. They welcome spring. They greet their ancestors and respectfully farewell their dead. All this is in their music. They are endowed with the agility of their dances. In this continent, you keep up with the rhythm of the music, not life. This continent has everything. Africa, with its wildest animals, endless deserts, natural wonders and underground riches, has also greatly increased the enthusiasm of the technologically superior Westerners. The companies, which are aware of the underground wealth, almost surrounded the continent, carried the underground resources to their countries and exploited their labor by smuggling them to different countries as slaves. Our journey today is to Rhodesia, with its new name, Zimbabwe. This is a landlocked landlocked country in the south of Africa. Its capital is Harare. Its population is approaching fifteen million. There are ten provinces. A British company that set foot on the land for the first time in 1888, expanded its influence here by taking the mining franchise and ensured that this country will become British exploitation in the future. Then, after great struggles, the country declared its full independence on April 18, 1980. My guest is Mr. Tendai Rinos Mwanaka, who is involved in this country's literature. Come to our interview to get to know him and his country better ...

E.E. (1) Can we briefly get to know Tendai Rinos Mwanaka? What is it like to be a child in Africa? Could you tell us briefly about your childhood?

T. M. (1) Tendai Mwanaka was born 47 years ago in a little district of Nyanga to the east of Zimbabwe's border with Mozambique...its a quiet area of Nyatate, a small village of Mapfurira. It's a quintessentially Zimbabwe rural area. I was born on a Tuesday morning on 13 July 1973 in the then Rhodesia that became Zimbabwe after the liberation war. As a child it's that war that's still very much poignant in my memories...nights of sleeping outside, in the forest, running away from the battle fields, the violence, the residual terrors are the things that defines my early childhood. Later it was growing up in a free environment, going to school, playing all sorts of games, I think playing in the fields is at the heart of African childhood... Even now as the world over refuses to leave their sitting rooms glued to electronic gadgets...in Africa kids stay outdoors doing all sorts of things...especially playing and storytelling(literature) at night.

E.E. (2) As far as I read history, the West abducted slaves from Africa. What would you say about the concept of giving you the Bible while stealing the underground riches of your country? Do you believe that the traces of Western colonialism still roam over Africa? Or have the indigenous people started to embrace independence?

T. M. (2) Yes I do agree with your observation. The West came with the Bible...used the Bible to colonise Africa by making us think our ways of spirituality were demonic and that we had to embrace the Christian ways... And they did that by co-opting some of our cultural practices like playing drums during celebrations, upholding Lobola payments etc...and demonising those cultural practises that connected us to our God(s) like mbira music, traditional healing etc...in the process whilst the missionary was blinding us with a new religion the capitalist who was behind him was busy stealing our wealth, taking over vast tracts of land, our livestocks, minerals etc and shipping these back to the coloniser countries. It has been a rough journey to independence(political) and we still have a long journey to economic independence, for the coloniser even though he gave up political control he still controls the economic sphere. It's a reality you can't embellish or look over. Yes some countries, some societies are wrestling away their humanity from this subjecting yoke. I am sure you have read of Mugabe's land grab in western medias, Samora Michael's appropriation of all companies the Portuguese colonisers had after independence, South Africa BEE etc...though fraught with irregularities these are ways in which post independent African overnments have tried to deal with neocolonialism...the same is happening in the spiritual sphere too. But it's a long road

E.E. (3) Have your elders been taken to the West as slaves? Can I get any stories about this?

T. M. (3) It's hard to know exactly who was taken or not...its a long time ago. But from what I have read the Portuguese took a lot of Shona people in Mozambique and Eastern Zimbabwe(my rural province) to Brazil... And it's evident that a lot of Shona cultural beliefs are found in Brazil like the mbira, marimba, gods, beliefs etc... So yes but I can't point to a particular person in my lineage as information wasn't written down back then.

E.E. (4) As a writer in Africa, what does it mean to be a woman in your country or continent?

T. M. (4) As a writer I think there are areas where being a women is a lot difficult than being a man...and areas where it is easier(due to empowerment programs that have been instituted since independence). And it also depends with classes here. In urban environments being a woman might be pretty much the same with being a man, in elite circles being a woman might even be better than being a man due to empowerment programs I noted above...yet in the rural areas being a woman is a huge challenge as girls are discriminated against in accessing education, some are married off when little, some are raped and abused etc... But as I noted I take this issue as a struggle thing...as an issue to do with classes. If a man's life is hard let's say in the rural area versus urban area then the woman's life in that rural area is a lot worse. The fight to rectify this might be fought well if it's centred on class struggles than just women struggles

E.E. (5) Let's move on to literature. What would you like to say about your country and African literature? Can I learn about your writers that you present to the world? Also, how much does the world know about African literature? Could you tell us about your work as the editor of African Anthology?

T. M. (5) Literature has always been a part of us even before we started writing it down. Early shona childhood homes at night were homes of literature...storytelling, fables, folklores, proverbs, zvipare(sorry there is no English equivalent for these)...there are more like deep language quizz..deeper than proverbs, nyaudzosingwi ( has no parallel in English language)... This is language that physically defines how red was red, how dark was dark, how quiet was quiet etc... African literature comes from African culture and life... And it's especially deep when written in African languages due to depth of language through some of the devices I noted above that you can't find in English. I think the world know African literature written in colonial languages...there is vast literature in our local languages the
Western reader don't know about due to the fact that much of it has not been translated. As an editor and publisher I try my best to present African writing being written now by mostly young writers especially young African Poets through several anthologies. This is an area the West has no idea about too. What the Western reader knows are the authors the Western press and media promote let's say in NYT. Guardian, Washington Post etc... These have the kind of Africa they want the world to know and read about...as Africa that looks upto the West. I edit and publish books of African Poets that look upto Africa, Poets who stay or are connected to the continent, Poets who write truthfully about Africa without trying to please a foreign backer...that vast space the West is not aware of is where the true African story is... This is the area I decided to focus on as an editor and publisher...as well as a writer

E.E. (6) Do you have any information about Turkish literature? Which authors do you know? Is there any work you read from them? Which authors' works have you read fondly in world literature?

T. M. (6) Yes I have came across a number of Turkish writers work, work from Nazim Hikmet, Murathan Mungan, Gokcenur Celebioglu (whom I published in the same Off The Coast journal in 2010) and many others I read in Exiled Ink magazine of 2009... I love Turkish literature, its humanness, the struggle...I love literature from the eastern Europe area, of course African literature, native American literature, Jewish literature, native Asian literature. Aron Aji's translations in 1111 journal, Onat Kutler, Bilje Karasu...

E.E. (7) Could you give information about the country administration? Pro-Western or an independent country? How is the attitude of the government towards the Intellectuals? You recently saw the arrest of your Booker Prize nominee writer Tsitsi Dangarembga on your page and wrote the following. “I don't trust a government that arrestes creative writers. Artists are the soul and conscience of a society. " I shared this on the page of the Kritya International Poetry Festival organized by India this year and announced it to writer friends. What would you like to say?

T. M. (7) We have had a dictatorship of over 37 years around Robert Mugabe which muzzled journalists just like Hikmet was hounded out of Turkey during Atatürk' rule and a few writers and musicians too. When the regime was overthrown in a soft coup that the world chose to ignore we thought things will become better under Mnangagwa's administration as he had also suffered and was hounded out of the country a few days before the coup by Mugabe but more and more it's becoming clear that same cluster of military/security group that controlled the country under Robert Mugabe still call the shots now and they still deal with any kind of dissent against the government by arbitrary arrests, hounds critics, jails and persecute them...which I was addressing when brutal a government/ country is the moment they start arresting their writers. You are arresting your soul, you are arresting what makes you you. The Maya civilization rightfully observes writing as the greatest spiritual gift... There is nothing to trust about a government that jails writers.

E.E. (8) When Africa is mentioned, "Hunger" and "Thirst" and "Exploited Countries" come by our society. In fact, I think this situation is the common ground of humanity and third world countries. In an environment where capitalism occupies everywhere, the gap between the rich and the poor is unfortunately leaving the people increasingly poor. In your opinion, what is the formula for happiness for African communities?

T. M. (8) I think as I noted before the Western media has stories of Africa that they like to peddle more. Like that story of wild animals rooming the cities and towns, people and animals occupying the same spaces.. It's about power and control I think. People are starving in London and Paris' ghetto surburbs, over 40 million Americans live the so-called third world life in US... It doesn't mean everyone is starving in Africa as the Western media wants us to believe. Happiness has very little to do with poverty...I have found poor people(poor than me) more happier with themselves. It's about accepting your condition(situation) in life. If it was so I think African countries should have the highest mental diseases in the world, ....but no. We didn't know there were diseases like depression until a few decades
ago when more of the Western culture was embraced. In few instances would you hear someone in the ghettoes saying I am going to see my shrink etc... Happiness is about loving yourself despite/ inspite of
any limitations, incapabilities etc. Happiness has to do with one's humanness, hahaha and you know we are the craddle of humankind. The more you move away from Africa the more unhappy you become. It's just a joke!

E.E. (9) The old name of your country is Rhodesia. Is there a story for this? Also; There are Shona, English, North Ndebele, Xhosa, Venda, Ndau, Chewa, Kalanga, Sotho, Tswana, Tsonga languages. With what language the society generally understands? Can I get your opinions about these many language differences?

T. M. (9) Rhodesia was derived from Cecil John Rhodes, the British capitalist and coloniser who lead the colonisation mission of Zimbabwe, South Africa, Zambia, Malawi etc. So he named the country
after himself. Yes Zimbabwe has 16 official languages, and each is spoken in the area the people of that language reside. The biggest group is Shona language which is spoken by close to 70percent of the country, then Ndebele is well spoken in the South West and Western part of the country...on a national level especially for business we use English which is taught from the first grade at school. Allowing these languages to be used helps in maintaining our cultures as language is an intrinsic part of culture. And also issues are easier to grasp if they are articulated in your native language than in a foreign language.

E.E. (10) Covid-19 continues to be the biggest worldwide problem of our time. At what level is this situation in your country and what measures are taken?

T. M. (10) Covid has not been much of a problem in Africa as the Western media and medical professional had misleadingly predicted. Yes we have responded to it the same way as the West ....but the numbers are very low here...we are past the winter the media had predicted millions will be dead by then...but for a continent of over 1.3 billion with deaths of less than 40 000 people it's clear it is not much of a threat here. My country has less than 10000 infected, about 230 deaths. But we did react to it the same way, locked borders, closed companies, stayed home...and came out unscratched.

E.E. (11) Could you give information about the Harare International Festival of Arts, which also attracts tourists? Are book fairs open here? Speaking of books, can you give information about the number of libraries in your country and the rate of reading books?

T. M. (11) Harare International Festival of the Arts is long since moribund, so also the Zimbabwe International Book Fair (comatose stage), that used to be Africa's biggest book fair. Zimbabwe used to be one of the most important centres of African writing, it's still churning out writers...but institutional support and structures have dwindled as the country tanked developmentally due to among others sanctions imposed by the Western lenders, corruption, mismanagement of the economy and mismanagement of these structures and institutions, and government's disinterest in the arts sectors especially writing. Book fairs are closed this year due to covid...and they failed to adapt to the situation and moved to online festivals like what others, for example, Poetry Africa have done. We have very few public libraries in my country and reading culture has terribly gone down. When we were growing up we devoured books, we always had a book we were reading whether it's required reading or not at school...we walked reading books in the village lanes, went to herd cattle with novels, slept reading novels...but nowadays you can hardly see anyone holding a book. Unless forced by school curriculum kids nowadays don't read books, and books are expensive and with the economic situation we have they were the first to be cut out of the budget. So the reading culture is poor. But we have so many writers and Poets than before, so much worthwhile talent is wasting away...most of us have now resorted on writing for the outside reader, thus we are well read outside our country

E.E. (12) Wild animals come to mind when Africa is mentioned. Have you had an interesting adventure in this regard?

T. M. (12) Yes Africa has so many animals...we grow up close to these in the rural areas but most now reside in game park areas. When I was in second grade in primary school, the adjacent sister secondary school had white expatriate teachers from the UK. One of the teachers captured a Python snake and started doing a snake show with it. That day he started doing the show a lion passed through the villages from Muchena mountains all the way to the south Ziwa mountains, passed by our school. We ran for our dear little lives but this lion was harmless...it is the spiritual medium of our area...and a week later pythons of all sizes started sprouting all over this school, Nyatate sec school where that teacher taught. No they were not killing anyone, they blocked roads, buses couldn't pass. The Python is the totem of the owners(kings) of our place, so like the lion they are sacred animals and shouldn't be captured or killed. That white teacher had caused this sacrilege and the headmaster of the school knew well enough what had to be done to appease the spirits...they paid a stipulated fine and did a beer ceremony to appease the spirits and a few days later no python snake was seen around the area. So it touches on the traditional spirituality and how humans and animals are connected, how in traditional African spirituality animals are of higher spirit than humans. Each person has his own totem in Zimbabwe and many African countries...and mostly it's an animal. That animal is sacred to those of that totem.

E.E. (13) If I ask you about the world famous poet of our country, Nazım Hikmet, would you know? Is it possible if I ask you to write a stunning quatrain that you like best from your poems? Also, can you give information about your literature studies and books?

T. M. (13) Yes I know his works and love them dearly. I came across his poetry 10 years ago. And as I noted it's the humannes, the struggle, spiritually and physical(maybe that came from his exilitic condition) and raw energy of his poetry that made me love him. I like poetry that is unbidden, temptous, deep, human, ...poetry that fills your soul with ecstasy. I have read widely, across the world, into different religions, cultures, people. My studies of literature was self directed through reading whatever I could get, not something prescribed as in literature class, so I suppose I am well versed with
what's being written, what was written. My writing is also inspired by all these confluences much as it is inspired by my language and culture. I wish I could pen the poem but I can't now. I am answering these questions on the go...I need a better environment to write a poem..but I suppose readers can access hundreds of my poems online.

E.E. (14) In our country, places like the Kaz Mountains, which are unique with their vegetation, are plundered by foreign companies, while it is stated that there are animals that are extinct by Chinese companies in your country. Your views on this massacre of nature?

T. M. (14) Yes there is degradation of the environment, not necessarily by the Chinese alone. Even locals like me, even the government departments, local authorities, the West, the Russians etc... I think
we made the noise around the Chinese because it was a national park, the biggest transfrontier park in Africa, that the Chinese were drilling in. And it helped. The government rescinded on the contracts
they had signed...and Hwange national park is safe. You can come to see the biggest herd of elephants in the world, rhinos, lions etc.

E.E. (15) Determine a question you want to be asked. Thank you very much for the interview. I send my most sincere love to the people of Zimbabwe.

T. M. (15) Hahaha… I will answer the question I asked myself: No I am not married!


Ertuğrul ERDOĞAN / Türkiye


 

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...