Ayberk şehrin batı yakasının on kilometre uzağında dedesinin
kendisine bıraktı bej renkli apartmanın giriş katında uzun yıllardır yalnız
oturuyordu. Çoğu zaman duvarlar üstüne üstüne geliyor, bazen aynaya delicesine bakıp
kendi kendine konuşuyordu. Sokağında ne çocuk ne satıcı ne de insanın ayak sesleri
vardı. Ayberk, birkaç gün önce yirmi beş
yaşına yeni girmişti. Esmerdi. Kıvırcık saçları uzun, kalın siyah kaşları
ise gürdü. Sinekkaydı tıraşına rağmen yine de bıyık ve sakalının kök izleri
yüzünde belliydi.
Bahçelerinin sokağa bakan mutfağında dinlediği radyosunda
Sting’in “ Shape of my heart” parçası belli-belirsiz çalıyordu. Ayberk,
balkondaki eski koltuktan kalkıp radyonun sesini biraz daha açıp, yalnızlığına
tekrar döndü. Dalgınca karşısındaki evlere baktı. Beyaz apartmanın ikinci katındaki balkonda
genç bir kadının çocuğuna oyunla yemek yedirişini özenle seyretti. “Hey gidi
günler hey!” diyerek annesini anımsayıp iç geçirdi. Sokağı süpüren çöpçüyü
izledi. “Hayırlı İşler” diye seslendiğinde, çöpçü başını salladı. Ayberk,
sigara paketine baktığında iki tane kalsa da birini çöpçüye uzattı. Küçük bir sohbetin
ardından çiçeklerini inceledi. Birkaç saksıdaki çiçeklerin yaprakları dudağını
aşağıya sarkıtan bir çocuk gibi eğikti. Sandalyenin arkasındaki mor renkli
sulama kapını alıp çiçekleri suladı. Kendine “Nasılsın Ayberk?” sözcüğünü üst
kattaki balkonlara bakıp kimsenin olmadığını anladığında mırıldandı.
“Yalnızım” “Eh…” yanıtı yavaştı.
Saçmaladığına güldü. Biten sigarasını, sanki yalnızlığına isyan edercesine lila
renkli kül tabağına sertçe bastırıp söndürdü. Yeni aldığı Patrick Süskınd’ın
“Koku” kitabının yirmi üçüncü sayfasına yerleştirdiği ayracı kenara bırakıp “… derken çocuk uyandı. Önce
burnuyla uyandı. Minicik burun kıpırdadı, ileriye uzandı, delikler açılıp
kapandı. Havayı içine çekip ardından kısa kısa üflemelerle yine dışarı bıraktı.
Hapşırmaya çalışır da tam başaramazmış gibi…” satırlarından uzaklaşıp gökyüzünün
sonsuzluğuna baktı. Güneşin bir görünüp bir kaybolması arasında bulutların
birbiriyle yarışını izledi. “Aslında hepimiz evrende bir hiçiz ve yalnızları
oynuyoruz.” Dediğinde, kafasını okuduğu kitaba çevirdi. Kayan gözlerde
satırları yutarcasına okuyordu. Plastik sandalyede sırtının ağrıdığını
hissedince kitabına ayracı koymadan ters çevirip içeriye geçti. Bir mahkûmun
olta atması gibi elini ardına koyup odaları adımladı. Mavi desenli minderini dip
odanın balkonundan alıp tekrar bahçeye geldi. Kitabını tekrar okumaya
başladığında havada iyice kararmıştı. Kollarına baktı, siyah ve sık kılların dipleri
kabarıktı. Üşüdü. İçeri geçip aldığı hırkasını giydiğinde ısınır gibi
oldu. Dönüşte ocaktaki çaydanlığın altını yakıp kitabına devam etti. Uzun süre gözlerini kitaptan ayırmadı. Okudukça
kitap ilginç bir hal alıyordu. Bir insanın kokulara karşı duyarlı olması,
kokuları üretebilmek için cinayeti nasıl işler?” diye merak etti. Ayaklarını
masanın altına doğru kaydırdığında farklı bir şey ayaklarını tırmalamaktan öte sanki
yalıyor gibiydi. Önce korktu. Masanın kırçıl desenli örtüsünü kaldırıp
baktığında gördüğüne inanamadı. Gülümsedi. Yalnızlığı bir anda uçup
gitmişti. İçinde bir şeyler kıpırdadı. “Gördüklerim rüya mı?” diyerek örtüyü
bıraktığında şaşkındı. Örtüyü tekrar yavaşça kaldırdığında iki parlak göze
takılı kaldı. Uzun süre sevecence bakıştılar. Masanın altındaki cins köpek
ayaklarının dibine geldiğinde beyaz ve gri karışımlı rengiyle tüm şirinliğini
sergiliyordu. Ayberk, boynundaki tasmanın kopuk halini görünce; “Mutlaka
sahibinden kaçmıştır, kim bilir sahibi şimdi nasıl üzülmüş ve yana yana arıyordur.”
diye düşündü. Köpek, mutfağa yalanarak bakıyor, fakat içeri girmiyordu.
Beş-on adımlık balkonun etrafında dolaşsa da Ayberk’in yanından ayrılmıyordu.
Ayberk “Belli ki aç” diyerek akşamdan yaptığı ve birkaç parça kalan tavuğu
buzdolabından çıkardı. “Acaba ne yer, yağlı yemek dokunur mu?” diye tereddüt
etti. Vermekten vazgeçti. Köpeği kucağına alıp, çenesinin altını
okşadığında bir eliyle de masasındaki diz üstü bilgisayarına “cins köpekler nasıl beslenir?” yazısını
Google’a zorlansa da yazabilmişti. “Köpeğinize yemek artıkları vermeyin,
çikolata verirseniz zehirlenir. Kedi maması da vermeyin!” uyarılarını dikkate
aldı. “Öyleyse ne vermeliyim?” diye köpek besleyen arkadaşını aradı. Onunda
‘Lilia’ adındaki ‘Golden’ cinsi köpeği, süper zekâydı. Tam bir sevgi
manyağıydı. Onun küçüklüğünü bilirdi. Arkadaşının arabasıyla birlikte eve
getirdiklerinde küçücük şirin bir yavruydu. Şimdi artık kocamıştı. Köpek
yaşıyla da dokuz yaşındaydı. Artık sırtında beyaz tüyleri de ihtiyarlık
alametiydi. Neler yapmıyordu ki; yeter ki kapıdan eve girenin kokunu almasın,
evin içinde deliler gibi oradan oraya koşuşturur, ‘pati ver’ dersin, önce bir
ayağını ardından diğer ayağını uzatırdı. Doymak bilmeyen acıkmasıyla kabını
ağzına alıp içine bir şeyler koymanız için size uzatıp gözlerinizin içine
bakardı. “Getir sigara paketini!” dersin, sehpanın üzerinden alıp
size getirir, hele gözlerine baktıkça içinize sevgi geçerdi. “Ne yaptın Lilia
perdeyi” diye şaka yollu bağırdığınızda utanır, yerine yavaşça giderdi zavallı…
İşte manyak bir cinsti bu Golden’lar. Lilianın bir tek kötü huyu vardı, oda eve
hırsız girse, hiç havlamaz hatta hırsıza yardım bile ederdi. (!) Ayberk,
cins köpeklere; bisküvi, mısır, çavdar ve arpa ekmekleri, çeşitli lapalar,
pirinç, bulgur ve makarna gibi yemeklerin bozulmamış şartıyla verilebilmesini, ayrıca, fazla yağlı olmamak şartıyla pişmiş
etinde verilebileceğini öğrendiğinde, mutfağa geçti. Dünden kalan ve yağsız
pişirdiği spagettiyi küçük parçalara bölüp, “Yalnız” adını verdiği köpeğin
önüne bıraktığında o da dilini dışarıya salarak memnuniyetini belirtiyordu. Ayberk,
paketteki son sigarasını yaktığında, geceyi sigarasız geçirmemek adına markete
gitmeyi düşündü. Köpek ise yanı başından ayrılmıyor, önüne konulan makarnayı
hızla bitiriyordu. Bir ara soluklanıp kafasını kaldırdı. Susadığı belliydi.
Ayberk, mutfak dolabının altından bulduğu eski bir kaba suyu koyup köpeğin
önüne koymasıyla şapırtı sesi de kesilmiyordu. Ayberk, uzun
aramalar sonunda bulduğu birkaç metrelik kalın ipi köpeğin boynundaki kopuk
kayışına düğümleyip kaybolmasın diye bahçenin ışıklandırma direğine sıkıca
bağlayıp markete gitti.
***
Burcu, sarışın bir kızdı. Sıfır bedene yakın görünümüyle
mankenlere taş çıkartırdı. Salaş giydiği tişörtü yırtık kot pantolonuna
ulaşmıyor, aksine göbeğindeki sarı tüyler ara sıra sırıtan güneşin ışığında
parlıyordu. Henüz yirmi bir yaşını birkaç ay önce doldurmuş, yüksek puanla
kazandığı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirmesine de iki senesi vardı. Yıllar önce annesiyle babasını üç yaşında bir
trafik kazasında kaybetmişti. Anneannesi Burcu’yu sahiplenmiş, onu bir
melek gibi kanatları altında büyütüp okutmuştu. Anneannesi güler yüzlüydü.
Pamuksu seyrek saçları ve kırışık yüzünde ise yılların yorgunluğu vardı. Dinç
de değildi. Evlerinin üçüncü yaşayanı da Bulut’tu. Sabahın erken saatinde
kapıyı sessizce açıp sürüklediği bavulunu ayakkabılığın kenarına dikti.
Anneannesinin çatallaşan sesini işitti:
“Kızım
sen misin?”
“Evet,
anneanne, okulumda olaylar çıkınca birkaç günlüğüne okulu tatil ettiler. Ben de
seni ve Bulut’umu görmeye geldim.”
“İyi…
de…”
“Nasıl
yani? Anneanne yoksa sağlığına bir şey mi oldu?”
“Yok,
kızım. Ne olabilir ki? Şükür iyiyim de…”
“De,
ne anlama geliyor?”
“Bulut…”
“Sahi
Bulut nerde? Kokumu dışarıdan alınca havlardı, yoksa ona bir şey mi oldu?”
“Yok,
kızım, bir şey yok, dedim. Geç içeriye. Şöyle bir soyun bakalım daha uzun uzun
konuşuruz.”
“Anneanne
sakın ona bir şey olduğunu söyleme! ‘Geçenlerde namaz kılınan evde köpek
beslenmez’ diyordun, yoksa…”
“Kızım
meraklanma anlatacağım…”
“Ona
bir şey olduysa, vallahi dünyayı yıkarım!”
“Sakin
ol. Hele gel mutfağa senin çok sevdiğin
böreği yaptım. Karnında acıkmıştır senin.”
“Acıkmadım!
Haydi anlat, Bulutum nerede?”
“Kızım
artık ona bakamıyorum. Evin içinde kendimi zor idare ediyorum. Hem tüylerini
temizlemekten de canım çıktı. Geçenlerde tuvaleti için parka götürdüm. Kayışından
sıkıca tutuyordum. Mahallenin çocukları sevmeye başladılar. İçlerinden yaramaz
biri yanındaki küçük bıçağıyla tasmasını kesmesiyle Bulut’ta hızla yanımdan
uzaklaştı. Çocuklar arkasından koştu ama…”
“Ne
yani şimdi Bulut kayıp mı?”
Burcu
olduğu yere yığıldı, sarışın suratına kan oturmuş, gözlerinden yaşlar yırtık
kot pantolonundan sırıtan çıplak bedenine damladığında ağlamasını hıçkırıklarla
bitiremedi. Anneannesi teselli etmeye çalışsa da başaramadı. Burcu, hızla
odasına geçip yatağına kapaklanıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Anneannesi de başındaydı.
“Lütfen
beni yalnız bırakır mısın?”
“Kızım, inan ki benim bir suçum yok. Hep o yaramaz
çocuklar…”
Burcu,
burnunu arka arkaya mendiline sümkürdü. Gözlerine kan oturmuştu. Banyoya geçip
Bulut’un mama kapına baktı. Duran gözyaşları bir kez daha hızlanmıştı. Odasına
geçip fotoğraf albümünü çıkarttı. Balkonda kucağında çektirdiği Bulutun
fotoğrafına uzun uzun bakıp anneannesine:
“Şimdi
onu nasıl bulacağım?”
“Buluruz
kızım, buluruz merak etme. Mahallemizin uygun yerlerine ilan yapıştırır. Bulan
birisi varsa mutlaka haber verir.”
Burcu,
bilgisayarına geçip, biraz önce baktığı
Bulut’un fotoğrafını büyütüp, cep telefonunu da ekleyip hazırladığı ilan
sayfasını flash belleğine aktardı. En yakın kırtasiyecide çoğaltıp mahallelinin
görebileceği market, fırın ve kasap gibi dükkânların bulunduğu elektrik
direklerine astı.
***
Hava kararmak üzereydi, Ayberk, bir an önce dostuna dönmek
için kasada kuyrukta bekleyenlerden rica ederek sigaranın ücretini ödeyip evine
yöneldi. Geniş betonlu elektrik direğinin önüne geldiğinde duraksadı.
Daha önce gördüğü ilanlara benzemiyordu. Bulut’un resmini gördüğünde şaşırdı.
“Güzel anların da sonu varmış” diyerek resmin altındaki yazıyı okudu: “Çok
Sevdiğim Köpeğim Bulut’u görenler aşağıda verdiğim cep telefonuma bildirirlerse
sevinirim” diyordu.
Durdu. Cep telefonuna numarayı kayıt etti. Sevginin bu kadar çabuk avuçlarının
içinden kaybolacağını tahmin etmiyordu. Belli belirsiz adımlarla yürürken;
“Demek adı Bulutmuş, güzel isim. Hey Tanrım!” dediğinde gökyüzüne baktı.
Parçalanmış kara bulutlar hızla kayıyordu. Eve geldiğinde kapıdan girmedi. Bahçeye
dolandığında, dostu, mahzun gözlerle Ayberk’e dil çıkartıp, kuyruk
sallıyordu. “Eh be! Buraya kadarmış dostluğumuz!” diyerek Bulut’u çözüp
kucağına aldı. “Bulut, Bulut, diye uzun süre sevdi. Cep telefonuna kaydettiği numarayı
aradığında Bulut’ta Ayberk’in yüzünü yalamaya devam ediyordu. Karşısında genç
bir kızın sesiydi. Ayberk:
“Kayıp
köpek için aramıştım…” dediğinde, kızın çığlığından Ayberk telefonu kulağından
bir süre uzak tutmak zorunda kaldı. Kulağına tekrar getirdiğinde, kızın çığlığı
hâlâ devam ediyordu.
“Adı?”
“Bu-
Bulut…”
“Rengi?
“Beyaz
ve içinde gri karışımlı.”
“Evet,
köpeğiniz ben de. Çok sevimli, ona öyle
alışmıştım ki…”
“Boynunda
tasması kesik mi?”
“Evet…”
“Ah
o yaramaz çocuklar! Umarım yağlı bir şeyler vermediniz değil mi? Yoksa kusuyor
da…”
“Az
kalsın tavuk kızartması verecektim, sonradan internetten araştırıp ona uygun
şeyler verdim. Merak etmeyin keyfi yerinde!”
“Adresinizi
verir misiniz?”
“Yazın…”
Yarım
saat sonra Burcu bahçeye geldiğinde Bulut’u önce göremedi. “Yoksa benimle dalga
mı geçtiniz?” dediğinde, Ayberk “Olur mu öyle şey, masanın altına girdi, küçük
bir oyuncak bulmuş, onunla oynuyor.” dediğinde Burcu derin bir “Oh!” çekerek
masanın örtüsünü kaldırıp baktığında; “Ah seni yaramaz, ömründen ömür yedin!
Gözlerim ağlamaktan kızardı, mikrop kaptı!” sitemiyle Bulut’u kucağına
çekti. Ayberk de burukça olup biteni izliyordu. Kıza baktı. “İlk görüşte
‘Aşk’ bu olsa diyerek Burcu’yu ayaklarından saçlarına kadar süzdü.
Bulut’u içine sokarcasına sevmesi de hoşuna gitmişti. “Beni de böyle
seven olacak mı?” özlemiyle Burcu’yu masaya davet etti.
“Ne
içersiniz”
“Sek
bir neskafe olabilir. Şeker olmasın. ”
“Hemen
sıcak suyu koyuyorum.” diyerek ocağın başına gitti. Heyecandan ocağı birkaç kez
denese de yakamadı. Dolapta biriktirdiği çakmaklardan birisini seçip ocağı
yaktığında yan gözle kızı izledi. Kız Bulutla öpüp koklaşıyordu. Ayberk, masaya döndüğünde kız:
“Yalnız
mı yaşıyorsunuz?”
“Evet. Hem de uzun yıllar.”
“Siz?”
“Ben
de yalnız sayılırım. Bir anneannem, bir de Bulut’um var hayatımda. Annemle babam
ben henüz üç yaşındayken trafik kazasında ölmüşler.”
“Üzüldüm.
Benim annemle babam da ayrılar. Evin tek oğluydum. Bana vefasız çıktılar.
İkisi de ayrılınca hemen evlendiler. Evlendikleri eşleri de beni kabul etmedi.
Ben de dedemle kalıyordum, ancak o da yıllar önce doksan yaşındayken vefat
etti. Ölmeden önce bu evi benim üstüme
yaptırmıştı. İş bulduğumda çalışıyorum, bulamazsam, dedemin bıraktığı üç-beş
kuruş, bir de babamın arada sırada gönderdiği parayla yaşıyorum.”
“Okudunuz
kitap çok güzel, yakın zamanda ben de okumuştum.”
“Arkadaşım
tavsiye etti, hatta sonunun çok ilginç olduğunu söyledi. Hani olmaz ya kitabı
sondan okumayı düşünmedim de değil (!)”
Ayberk,
kahveyi kızın gözlerinin içine bakarak uzattığında “sana âşık oldum” mesajını
yüreğine bırakmıştı. Burcu, utanırcasına gözlerini kaçırdı. Kahvesinden son
yudumu alıp Ayberk’e:
“Ben
artık gideyim, anneannem merak eder. Kim
bilir o da Bulut için ne kadar sevinecek. Kadıncağız Bulut’u kaybettim, diye
kendini harap etti.”
“Tanıştığımıza
memnun oldum. Tekrar Bulutla gelirseniz sevinirim”
“Neden
olmasın.”
Ayberk,
gökyüzüne bir kez daha baktı. Bulutlar dağılıyor, sanki yüreği gibi
paramparçaydı. Gözlerini kapattı, Bulut’u ve Burcu’yu düşünürken radyoda çalan
Candan Erçetin’in “Aşkı Ne Sandın?” şarkısını bu kez farklı dinledi. Rüzgâr
masadakileri dağıtmaya başladığında toparlanıp salona geçti. Üçlü koltuğuna
uzandığında televizyonu açmak istemedi. Kitabını okumaya devam ederken gözlerini
de uykuya teslim etti. Uzun gecenin ardından uyandığında saatine baktı. Henüz
dörde beş vardı. Tuvalete kalktığında uykusu da bölük pörçüktü. Yatağına geçip
televizyonun kumandasına dokundu. Ekrana ilk gelen “Belgesel” programına takılı
kaldı. Tekrar gözlerini kapattığında, telefonun sesiyle uyandı.
“Rahatsız
etmiyorum değil mi? Birazdan gelsem beni misafir eder misin?”
“Burcu
hanım siz misiniz?”
“Artık
bana ‘hanım’ demeseniz. Yalnızca Burcu, desen.”
“Tabi
ki. Burcu. O zaman ben de şekersiz neskafenizi hazırlayım.”
“Boş
ver kahveyi! Kırmızı bir şaraba ne dersin? Sahi bu arada sen de romantik bir
müzik ayarla, sabaha kadar dans edelim, hem de başımız dönercesine.”
Ayberk,
duyduklarına inanamadı. Şaşkın ve heyecanlıydı. Tüm ışıkları yakıp odanın
içinde aptalcasına dolaştı. Baksırlı haliyle kızın karşısına çıkamazdı. Hemen
üzerini değiştirip salonda beklemeye başladı. Zil çaldığında neredeyse kalbi
duracaktı. ‘Yaşıyor muyum’ diye aynaya baktı. Kapıyı açtığında krem rengi
trençkotu, topuz saçları altındaki pürüzsüz beyaz tendeki koyu makyajıyla
Burcu’yu karşısında görünce tanıyamadı. Bulut’u almaya gelen kızdan eser yoktu.
Kalbini bir türlü zapt edemiyordu. Eli ayağı titriyordu. Burcu:
“Şarabı
açmak için tirbuşon var mı?”
“Evet,
hemen alıp geliyorum. Dolapta mezede var, sen ayarlar mısın? Kendi evin gibi
bil…”
“Ama
ben henüz misafirim, neyin nerede olduğunu bilemem ki!”
“Gel
o zaman birlikte hazırlayalım.”
“O
kadar teferruata gerek yok. Biraz peynir, biraz da meyven varsa, deme keyfimize!”
Ayberk,
Burcu’nun söylediklerine ilave olarak birkaç
parça dünden kalan piliç kızartma ve
mantar soteyi de masaya koyup mumları yaktıktan sonra romantik müziğin sesini
biraz daha açtı. Burcu, trençkotunu koltuğun üstüne attığında düzgün
ve pürüzsüz bacaklarıyla sutyensiz dik memelerinin dolgunluğunu ortaya çıkaran
kırmızı geceliği içinde şuhtu. Ayberk’in uzattığı şarabı içmeye başladığında
keyifliydi. Birkaç kadehten sonra içi ısınmıştı. Gittikçe koyulaşan sohbet de
samimiydi. Ayberk, dedesinden kalan pikaba Frank Sinatra’nın “Strangers In The
Night” plağını bulup koyduğunda Burcu:
“Nostaljik
ve hoş bir parça…” sözü dansa davetkârdı.
Ayberk
iki ellini uzatıp Burcu’yu dansa davet etti.
İki
genç mum ışığının loşluğunda saatlerce sımsıkı sarılarak dans ederken gözler
bir birine kenetliydi. Şarap, vücutları gittikçe esir almış, testosteron
salgısıyla Ayberk, elini kızın kalçalarında gezdirmeye başladığında kenetlenen
dudaklar, kırmızı şarabın tatındaydı. Bedenler, ihtirasla yatak odasına
akıyordu. Bardaklarda yarım kalan şarap tadında salonda bırakılan elbiseler
halının üstünde dağınıktı. Burcu çırılçıplak yatağa uzandığında Ayberk onu bir
tablo güzelliğinde uzunca seyretti.
Kapı
çaldığında sarhoşlukları da uçup gitmişti.
Ayberk:
“Kim o?” sesini yavaşça bıraktı.
“Ben
Burcu’nun sevgilisiyim. Onu takip ettim. Buraya girdiğini gördüm. Çabuk açın
yoksa şimdi polis çağıracağım!”
Ayberk,
kapının mandalını takıp kapıyı aralayıp saklambaç oynayan çocuklar gibi baktı.
Üçgen
vücutlu gencin yüzünden ateş fışkırıyordu. Ağzından sıçrayan salyaya aldırış
etmeden yaptığı el kol hareketleriyle konuşması sertti.
“Çabuk
Burcu’yu buraya çağır! Yoksa!”
“
Bi-bi- bir saniye…”
Burcu,
hiçbir şey olmamışçasına kırmızı
geceliğini üstüne geçirip Ayberk’in arkasından:
“Ne
var, başımın belası, ne var! Seni sevmediğimi söyledim! Hâlâ neden peşimdesin?”
“Ama
Burcu, ben sensiz yapamam! Ölürüm!”
“Onu
beni aldattığında düşünecektin!”
“Biliyorum
yaptığım bir hataydı. İnan ki seni çok seviyorum! Müsaade et içeri gireyim, söz
olay çıkarmayacağım!”
“Yaptığın
anda polis çağırırım bilesin!”
Ayberk,
kapının mandalını gevşetip açtığında
Burcu’nun sevgilisi hızla içeri girdi. Salonda tartışma gittikçe
şiddetleniyordu. Genç delikanlı Burcuyu bir ara hızla iteklediğinde neredeyse
kafası sehpaya çarpacaktı. Burcu düştüğü yerden Ayberk’in yardımıyla zor
toparlandı.
“Sen
kaşınıyorsun!”
“Ben
her şeyi göze aldım!”
Burcu,
sertçe “Sen kaşınıyorsun! Artık seni sevmiyorum! Defol git hayatımdan!” diye
bağırdı. Delikanlı Burcu’nun suratına tokadı patlattığında, Ayberk olup
bitene daha fazla seyirci kalamadı. Gözü döndü. Dişleri sinirden kilitlendi.
Elleri titremeye başladığında sehpanın üzerindeki kalın küllüğü olanca hızıyla
delikanlının kafasına vurdu. Fışkıran kanlar odanın her yerine sıçrıyordu.
Ortalık adeta kan gölüydü. Delikanlı gittikçe kan kaybediyordu. Burcuyla Ayberk
sarılarak olup biteni film kopmuşçasına izliyordu. Delikanlı, son çırpınışından
sonra halının üstüne cansız bedeni boylu boyunca uzandı.
Ayberk:
“Şimdi ne yapacağız?”
“
Cesedi banyoya götürelim!”
“Ondan
sonra?”
“Bir
çaresini buluruz. Şimdi hava aydınlanıyor. Yarın gece yarısı cesedi bahçeye
birlikte gömeriz. Ne dersin?”
“Burcu
olur mu öyle şey! Kedi, köpek kokusunu alıp hemen eşeleyip cesedi bulurlar.”
“Bulamazlar.
Bir torba da çimento bulursak gerisini bana bırak. Şimdi gel birlikte cesedi
banyoya taşıyalım.”
Oda
soğuktu. Cesedi banyoya sürüklediklerinde her yer kan içindeydi. Halıları
toplayıp yerleri ve üstlerini temizlediklerinde kapının zili çaldı. Açtıklarında,
üst kat komşusuydu:
“Ayberk,
dün gece evinizde gürültü vardı, umarım
önemli bir şey yoktur.”
“Ha-
yır, hayır, kız arkadaşımla biraz eğlendik, kusurumuza bakmayın…”
“Peki,
görüşmek üzere…”
Ayberk,
başından geçenlere inanamıyordu. Durup dururken bu cesette nereden çıkmıştı?
Burcuyla banyoya girdiklerinde cesedin bakışından ikisi de ürkmüştü. Ertesi
gece olmak bilmiyordu. Ya yakalanırlarsa, işte o zaman dünyalarının sonuydu.
Gece
yarısı herkes uykuya çekildiğinde iki genç bahçede derin bir çukur kazıp
çimentoyu karmaya başladılar. Ter içindeydiler. Cesedi banyodan çıkartıp çukura
bıraktıklarında ölen delikanlının gözleri hâlâ Burcu’ya bakıyordu. Cesedin
üzerine toprak atıldıkça rüzgârın çıkardığı ıslık sesi ise ürkütücüydü. Ayberk,
ellerini yıkamaya girdiğinde telefonuna
kurduğu saatte çalmaya başlamıştı. Yataktan doğrulduğunda ellerine uzun süre
baktı. Temizdi. “Allah’ım ne kâbus dolu geceydi” diye yaşadıklarının rüya
olduğuna sevinmişti…
Not: “Tirşe Rengi Apartman” adlı roman çalışmamdan bir bölüm Romanım TASDİX
firmasınca kayıt altına alındığından bu hikayemin kopya yapılması yasaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder