12 Eylül 2022

BULUT

 

Ayberk şehrin batı yakasının on kilometre uzağında dedesinin kendisine bıraktı bej renkli apartmanın giriş katında uzun yıllardır yalnız oturuyordu. Çoğu zaman duvarlar üstüne üstüne geliyor, bazen aynaya delicesine bakıp  kendi kendine konuşuyordu. Sokağında ne çocuk ne satıcı ne de insanın ayak sesleri vardı. Ayberk,  birkaç gün önce yirmi beş yaşına yeni girmişti. Esmerdi. Kıvırcık saçları uzun,  kalın siyah kaşları ise gürdü. Sinekkaydı tıraşına rağmen yine de bıyık ve sakalının kök izleri yüzünde belliydi.

Bahçelerinin sokağa bakan mutfağında dinlediği radyosunda Sting’in “ Shape of my heart” parçası belli-belirsiz çalıyordu. Ayberk, balkondaki eski koltuktan kalkıp radyonun sesini biraz daha açıp, yalnızlığına tekrar döndü. Dalgınca karşısındaki evlere baktı.  Beyaz apartmanın ikinci katındaki balkonda genç bir kadının çocuğuna oyunla yemek yedirişini özenle seyretti. “Hey gidi günler hey!” diyerek annesini anımsayıp iç geçirdi. Sokağı süpüren çöpçüyü izledi. “Hayırlı İşler” diye seslendiğinde,  çöpçü başını salladı. Ayberk, sigara paketine baktığında iki tane kalsa da birini çöpçüye uzattı. Küçük bir sohbetin ardından çiçeklerini inceledi. Birkaç saksıdaki çiçeklerin yaprakları dudağını aşağıya sarkıtan bir çocuk gibi eğikti. Sandalyenin arkasındaki mor renkli sulama kapını alıp çiçekleri suladı. Kendine “Nasılsın Ayberk?” sözcüğünü üst kattaki balkonlara bakıp kimsenin olmadığını anladığında mırıldandı. “Yalnızım”  “Eh…” yanıtı  yavaştı. Saçmaladığına güldü. Biten sigarasını, sanki yalnızlığına isyan edercesine lila renkli kül tabağına sertçe bastırıp söndürdü. Yeni aldığı Patrick Süskınd’ın “Koku” kitabının yirmi üçüncü sayfasına yerleştirdiği  ayracı kenara bırakıp “… derken çocuk uyandı. Önce burnuyla uyandı. Minicik burun kıpırdadı, ileriye uzandı, delikler açılıp kapandı. Havayı içine çekip ardından kısa kısa üflemelerle yine dışarı bıraktı. Hapşırmaya çalışır da tam başaramazmış gibi…” satırlarından uzaklaşıp gökyüzünün sonsuzluğuna baktı. Güneşin bir görünüp bir kaybolması arasında bulutların birbiriyle yarışını izledi. “Aslında hepimiz evrende bir hiçiz ve yalnızları oynuyoruz.” Dediğinde, kafasını okuduğu kitaba çevirdi. Kayan gözlerde satırları yutarcasına okuyordu.  Plastik sandalyede sırtının ağrıdığını hissedince kitabına ayracı koymadan ters çevirip içeriye geçti. Bir mahkûmun olta atması gibi elini ardına koyup odaları adımladı. Mavi desenli minderini dip odanın balkonundan alıp tekrar bahçeye geldi. Kitabını tekrar okumaya başladığında havada iyice kararmıştı.  Kollarına baktı, siyah ve sık kılların dipleri kabarıktı. Üşüdü. İçeri geçip aldığı hırkasını giydiğinde ısınır gibi oldu.  Dönüşte ocaktaki çaydanlığın altını yakıp kitabına devam etti.  Uzun süre gözlerini kitaptan ayırmadı. Okudukça kitap ilginç bir hal alıyordu.  Bir insanın kokulara karşı duyarlı olması, kokuları üretebilmek için cinayeti nasıl işler?” diye merak etti. Ayaklarını masanın altına doğru kaydırdığında farklı bir şey ayaklarını tırmalamaktan öte sanki yalıyor gibiydi. Önce korktu.  Masanın kırçıl desenli örtüsünü kaldırıp baktığında gördüğüne inanamadı. Gülümsedi.  Yalnızlığı bir anda uçup gitmişti. İçinde bir şeyler kıpırdadı. “Gördüklerim rüya mı?” diyerek örtüyü bıraktığında şaşkındı. Örtüyü tekrar yavaşça kaldırdığında iki parlak göze takılı kaldı. Uzun süre sevecence bakıştılar. Masanın altındaki cins köpek ayaklarının dibine geldiğinde beyaz ve gri karışımlı rengiyle tüm şirinliğini sergiliyordu.  Ayberk, boynundaki tasmanın kopuk halini görünce; “Mutlaka sahibinden kaçmıştır,  kim bilir sahibi şimdi nasıl üzülmüş ve yana yana arıyordur.” diye düşündü.  Köpek, mutfağa yalanarak bakıyor, fakat içeri girmiyordu. Beş-on adımlık balkonun etrafında dolaşsa da Ayberk’in yanından ayrılmıyordu. Ayberk “Belli ki aç” diyerek akşamdan yaptığı ve birkaç parça kalan tavuğu buzdolabından çıkardı. “Acaba ne yer, yağlı yemek dokunur mu?” diye tereddüt etti. Vermekten vazgeçti.  Köpeği kucağına alıp, çenesinin altını okşadığında bir eliyle de masasındaki diz üstü bilgisayarına  “cins köpekler nasıl beslenir?” yazısını Google’a zorlansa da yazabilmişti. “Köpeğinize yemek artıkları vermeyin, çikolata verirseniz zehirlenir. Kedi maması da vermeyin!” uyarılarını dikkate aldı. “Öyleyse ne vermeliyim?” diye köpek besleyen arkadaşını aradı. Onunda ‘Lilia’  adındaki ‘Golden’ cinsi köpeği, süper zekâydı. Tam bir sevgi manyağıydı. Onun küçüklüğünü bilirdi. Arkadaşının arabasıyla birlikte eve getirdiklerinde küçücük şirin bir yavruydu. Şimdi artık kocamıştı. Köpek yaşıyla da dokuz yaşındaydı. Artık sırtında beyaz tüyleri de ihtiyarlık alametiydi. Neler yapmıyordu ki; yeter ki kapıdan eve girenin kokunu almasın, evin içinde deliler gibi oradan oraya koşuşturur, ‘pati ver’ dersin, önce bir ayağını ardından diğer ayağını uzatırdı. Doymak bilmeyen acıkmasıyla kabını ağzına alıp içine bir şeyler koymanız için size uzatıp gözlerinizin içine bakardı.  “Getir sigara paketini!” dersin,  sehpanın üzerinden alıp size getirir, hele gözlerine baktıkça içinize sevgi geçerdi. “Ne yaptın Lilia perdeyi” diye şaka yollu bağırdığınızda utanır, yerine yavaşça giderdi zavallı… İşte manyak bir cinsti bu Golden’lar. Lilianın bir tek kötü huyu vardı, oda eve hırsız girse, hiç havlamaz hatta hırsıza yardım bile ederdi. (!)  Ayberk, cins köpeklere; bisküvi, mısır, çavdar ve arpa ekmekleri, çeşitli lapalar, pirinç, bulgur ve makarna gibi yemeklerin bozulmamış şartıyla verilebilmesini,  ayrıca, fazla yağlı olmamak şartıyla pişmiş etinde verilebileceğini öğrendiğinde, mutfağa geçti. Dünden kalan ve yağsız pişirdiği spagettiyi küçük parçalara bölüp, “Yalnız” adını verdiği köpeğin önüne bıraktığında o da dilini dışarıya salarak memnuniyetini belirtiyordu. Ayberk, paketteki son sigarasını yaktığında, geceyi sigarasız geçirmemek adına markete gitmeyi düşündü. Köpek ise yanı başından ayrılmıyor, önüne konulan makarnayı hızla bitiriyordu. Bir ara soluklanıp kafasını kaldırdı. Susadığı belliydi. Ayberk, mutfak dolabının altından bulduğu eski bir kaba suyu koyup köpeğin önüne koymasıyla  şapırtı sesi de kesilmiyordu.  Ayberk, uzun aramalar sonunda bulduğu birkaç metrelik kalın ipi köpeğin boynundaki kopuk kayışına düğümleyip kaybolmasın diye bahçenin ışıklandırma direğine sıkıca bağlayıp markete gitti.

***

 

Burcu, sarışın bir kızdı. Sıfır bedene yakın görünümüyle mankenlere taş çıkartırdı. Salaş giydiği tişörtü yırtık kot pantolonuna ulaşmıyor, aksine göbeğindeki sarı tüyler ara sıra sırıtan güneşin ışığında parlıyordu. Henüz yirmi bir yaşını birkaç ay önce doldurmuş, yüksek puanla kazandığı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirmesine de iki senesi vardı. Yıllar önce annesiyle babasını üç yaşında bir trafik kazasında kaybetmişti. Anneannesi Burcu’yu sahiplenmiş,  onu bir melek gibi kanatları altında büyütüp okutmuştu. Anneannesi güler yüzlüydü. Pamuksu seyrek saçları ve kırışık yüzünde ise yılların yorgunluğu vardı. Dinç de değildi.  Evlerinin üçüncü yaşayanı da Bulut’tu. Sabahın erken saatinde kapıyı sessizce açıp sürüklediği bavulunu ayakkabılığın kenarına dikti. Anneannesinin çatallaşan sesini işitti:

“Kızım sen misin?”

“Evet, anneanne, okulumda olaylar çıkınca birkaç günlüğüne okulu tatil ettiler. Ben de seni ve Bulut’umu görmeye geldim.”

“İyi… de…”

“Nasıl yani? Anneanne yoksa sağlığına bir şey mi oldu?”

“Yok, kızım. Ne olabilir ki? Şükür iyiyim de…”

“De, ne anlama geliyor?”

“Bulut…”

“Sahi Bulut nerde? Kokumu dışarıdan alınca havlardı, yoksa ona bir şey mi oldu?”

“Yok, kızım, bir şey yok, dedim. Geç içeriye. Şöyle bir soyun bakalım daha uzun uzun konuşuruz.”

“Anneanne sakın ona bir şey olduğunu söyleme! ‘Geçenlerde namaz kılınan evde köpek beslenmez’ diyordun, yoksa…”

“Kızım meraklanma anlatacağım…”

“Ona bir şey olduysa, vallahi dünyayı yıkarım!”

“Sakin ol.  Hele gel mutfağa senin çok sevdiğin böreği yaptım. Karnında acıkmıştır senin.”

“Acıkmadım! Haydi anlat, Bulutum nerede?”

“Kızım artık ona bakamıyorum. Evin içinde kendimi zor idare ediyorum. Hem tüylerini temizlemekten de canım çıktı. Geçenlerde tuvaleti için parka götürdüm. Kayışından sıkıca tutuyordum. Mahallenin çocukları sevmeye başladılar. İçlerinden yaramaz biri yanındaki küçük bıçağıyla tasmasını kesmesiyle Bulut’ta hızla yanımdan uzaklaştı. Çocuklar arkasından koştu ama…”

“Ne yani şimdi Bulut kayıp mı?”

Burcu olduğu yere yığıldı, sarışın suratına kan oturmuş, gözlerinden yaşlar yırtık kot pantolonundan sırıtan çıplak bedenine damladığında ağlamasını hıçkırıklarla bitiremedi. Anneannesi teselli etmeye çalışsa da başaramadı. Burcu, hızla odasına geçip yatağına kapaklanıp hıçkıra hıçkıra ağladı.  Anneannesi de başındaydı.

“Lütfen beni yalnız bırakır mısın?”

“Kızım,  inan ki benim bir suçum yok. Hep o yaramaz çocuklar…”

Burcu, burnunu arka arkaya mendiline sümkürdü. Gözlerine kan oturmuştu. Banyoya geçip Bulut’un mama kapına baktı. Duran gözyaşları bir kez daha hızlanmıştı. Odasına geçip fotoğraf albümünü çıkarttı. Balkonda kucağında çektirdiği Bulutun fotoğrafına uzun uzun bakıp anneannesine:

“Şimdi onu nasıl bulacağım?”

“Buluruz kızım, buluruz merak etme. Mahallemizin uygun yerlerine ilan yapıştırır. Bulan birisi varsa mutlaka haber verir.”

Burcu,  bilgisayarına geçip, biraz önce baktığı Bulut’un fotoğrafını büyütüp, cep telefonunu da ekleyip hazırladığı ilan sayfasını flash belleğine aktardı. En yakın kırtasiyecide çoğaltıp mahallelinin görebileceği market, fırın ve kasap gibi dükkânların bulunduğu elektrik direklerine astı.

***

 

Hava kararmak üzereydi, Ayberk, bir an önce dostuna dönmek için kasada kuyrukta bekleyenlerden rica ederek sigaranın ücretini ödeyip evine yöneldi.  Geniş betonlu elektrik direğinin önüne geldiğinde duraksadı. Daha önce gördüğü ilanlara benzemiyordu. Bulut’un resmini gördüğünde şaşırdı. “Güzel anların da sonu varmış” diyerek resmin altındaki yazıyı okudu: “Çok Sevdiğim Köpeğim Bulut’u görenler aşağıda verdiğim cep telefonuma bildirirlerse sevinirim” diyordu. Durdu. Cep telefonuna numarayı kayıt etti. Sevginin bu kadar çabuk avuçlarının içinden kaybolacağını tahmin etmiyordu. Belli belirsiz adımlarla yürürken; “Demek adı Bulutmuş, güzel isim. Hey Tanrım!” dediğinde gökyüzüne baktı. Parçalanmış kara bulutlar hızla kayıyordu. Eve geldiğinde kapıdan girmedi. Bahçeye dolandığında,  dostu, mahzun gözlerle Ayberk’e dil çıkartıp, kuyruk sallıyordu. “Eh be! Buraya kadarmış dostluğumuz!” diyerek Bulut’u çözüp kucağına aldı. “Bulut, Bulut, diye uzun süre sevdi. Cep telefonuna kaydettiği numarayı aradığında Bulut’ta Ayberk’in yüzünü yalamaya devam ediyordu. Karşısında genç bir kızın sesiydi. Ayberk:

“Kayıp köpek için aramıştım…” dediğinde, kızın çığlığından Ayberk telefonu kulağından bir süre uzak tutmak zorunda kaldı. Kulağına tekrar getirdiğinde, kızın  çığlığı hâlâ devam ediyordu.

“Adı?”

“Bu- Bulut…”

“Rengi?

“Beyaz ve içinde gri karışımlı.”

“Evet, köpeğiniz ben de.  Çok sevimli, ona öyle alışmıştım ki…”

“Boynunda tasması kesik mi?”

“Evet…”

“Ah o yaramaz çocuklar! Umarım yağlı bir şeyler vermediniz değil mi? Yoksa kusuyor da…”

“Az kalsın tavuk kızartması verecektim, sonradan internetten araştırıp ona uygun şeyler verdim. Merak etmeyin keyfi yerinde!”

“Adresinizi verir misiniz?”

“Yazın…”

Yarım saat sonra Burcu bahçeye geldiğinde Bulut’u önce göremedi. “Yoksa benimle dalga mı geçtiniz?” dediğinde, Ayberk “Olur mu öyle şey, masanın altına girdi, küçük bir oyuncak bulmuş, onunla oynuyor.” dediğinde Burcu derin bir “Oh!” çekerek masanın örtüsünü kaldırıp baktığında; “Ah seni yaramaz, ömründen ömür yedin! Gözlerim ağlamaktan kızardı, mikrop kaptı!” sitemiyle Bulut’u kucağına çekti.  Ayberk de burukça olup biteni izliyordu. Kıza baktı. “İlk görüşte ‘Aşk’ bu olsa diyerek Burcu’yu ayaklarından saçlarına kadar süzdü.  Bulut’u içine sokarcasına sevmesi de hoşuna gitmişti. “Beni de böyle seven olacak mı?” özlemiyle Burcu’yu masaya davet etti.

“Ne içersiniz”

“Sek bir neskafe olabilir. Şeker olmasın. ”

“Hemen sıcak suyu koyuyorum.” diyerek ocağın başına gitti. Heyecandan ocağı birkaç kez denese de yakamadı. Dolapta biriktirdiği çakmaklardan birisini seçip ocağı yaktığında yan gözle kızı izledi.  Kız Bulutla öpüp koklaşıyordu.  Ayberk,  masaya döndüğünde kız:

“Yalnız mı yaşıyorsunuz?”

“Evet.  Hem de uzun yıllar.”

“Siz?”

“Ben de yalnız sayılırım. Bir anneannem, bir de Bulut’um var hayatımda. Annemle babam ben henüz üç yaşındayken trafik kazasında ölmüşler.”

“Üzüldüm. Benim annemle babam da ayrılar. Evin tek oğluydum.  Bana vefasız çıktılar. İkisi de ayrılınca hemen evlendiler. Evlendikleri eşleri de beni kabul etmedi. Ben de dedemle kalıyordum, ancak o da yıllar önce doksan yaşındayken vefat etti. Ölmeden önce bu evi  benim üstüme yaptırmıştı. İş bulduğumda çalışıyorum, bulamazsam, dedemin bıraktığı üç-beş kuruş, bir de babamın arada sırada gönderdiği parayla yaşıyorum.”

“Okudunuz kitap çok güzel, yakın zamanda ben de okumuştum.”

“Arkadaşım tavsiye etti, hatta sonunun çok ilginç olduğunu söyledi. Hani olmaz ya kitabı sondan okumayı düşünmedim de değil (!)”

Ayberk, kahveyi kızın gözlerinin içine bakarak uzattığında “sana âşık oldum” mesajını yüreğine bırakmıştı. Burcu, utanırcasına gözlerini kaçırdı. Kahvesinden son yudumu alıp Ayberk’e:

“Ben artık gideyim, anneannem merak eder.  Kim bilir o da Bulut için ne kadar sevinecek. Kadıncağız Bulut’u kaybettim, diye kendini harap etti.”

“Tanıştığımıza memnun oldum. Tekrar Bulutla gelirseniz sevinirim”

“Neden olmasın.”

Ayberk, gökyüzüne bir kez daha baktı. Bulutlar dağılıyor, sanki yüreği gibi paramparçaydı. Gözlerini kapattı, Bulut’u ve Burcu’yu düşünürken radyoda çalan Candan Erçetin’in “Aşkı Ne Sandın?” şarkısını bu kez farklı dinledi. Rüzgâr masadakileri dağıtmaya başladığında toparlanıp salona geçti. Üçlü koltuğuna uzandığında televizyonu açmak istemedi. Kitabını okumaya devam ederken gözlerini de uykuya teslim etti. Uzun gecenin ardından uyandığında saatine baktı. Henüz dörde beş vardı. Tuvalete kalktığında uykusu da bölük pörçüktü. Yatağına geçip televizyonun kumandasına dokundu. Ekrana ilk gelen “Belgesel” programına takılı kaldı. Tekrar gözlerini kapattığında,  telefonun sesiyle uyandı.

“Rahatsız etmiyorum değil mi? Birazdan gelsem beni misafir eder misin?”

“Burcu hanım siz misiniz?”

“Artık bana ‘hanım’ demeseniz. Yalnızca Burcu, desen.”

“Tabi ki. Burcu. O zaman ben de şekersiz neskafenizi hazırlayım.”

“Boş ver kahveyi! Kırmızı bir şaraba ne dersin? Sahi bu arada sen de romantik bir müzik ayarla, sabaha kadar dans edelim, hem de başımız dönercesine.”

Ayberk, duyduklarına inanamadı. Şaşkın ve heyecanlıydı. Tüm ışıkları yakıp odanın içinde aptalcasına dolaştı. Baksırlı haliyle kızın karşısına çıkamazdı. Hemen üzerini değiştirip salonda beklemeye başladı. Zil çaldığında neredeyse kalbi duracaktı. ‘Yaşıyor muyum’ diye aynaya baktı.  Kapıyı açtığında krem rengi trençkotu,  topuz saçları altındaki pürüzsüz beyaz tendeki koyu makyajıyla Burcu’yu karşısında görünce tanıyamadı. Bulut’u almaya gelen kızdan eser yoktu. Kalbini bir türlü zapt edemiyordu. Eli ayağı titriyordu. Burcu:

“Şarabı açmak için tirbuşon var mı?”

“Evet, hemen alıp geliyorum. Dolapta mezede var, sen ayarlar mısın? Kendi evin gibi bil…”

“Ama ben henüz misafirim, neyin nerede olduğunu bilemem ki!”

“Gel o zaman birlikte hazırlayalım.”

“O kadar teferruata gerek yok. Biraz  peynir, biraz da meyven varsa, deme keyfimize!”

Ayberk,  Burcu’nun söylediklerine ilave olarak birkaç parça dünden kalan  piliç kızartma ve mantar soteyi de masaya koyup mumları yaktıktan sonra romantik müziğin sesini biraz daha açtı.  Burcu,  trençkotunu koltuğun üstüne attığında düzgün ve pürüzsüz bacaklarıyla sutyensiz dik memelerinin dolgunluğunu ortaya çıkaran kırmızı geceliği içinde şuhtu. Ayberk’in uzattığı şarabı içmeye başladığında keyifliydi. Birkaç kadehten sonra içi ısınmıştı. Gittikçe koyulaşan sohbet de samimiydi. Ayberk, dedesinden kalan pikaba Frank Sinatra’nın “Strangers In The Night” plağını bulup koyduğunda Burcu:

“Nostaljik ve hoş bir parça…” sözü dansa davetkârdı.

Ayberk iki ellini uzatıp Burcu’yu dansa davet etti.

İki genç mum ışığının loşluğunda saatlerce sımsıkı sarılarak dans ederken gözler bir birine kenetliydi. Şarap, vücutları gittikçe esir almış, testosteron salgısıyla Ayberk, elini kızın kalçalarında gezdirmeye başladığında kenetlenen dudaklar, kırmızı şarabın tatındaydı. Bedenler, ihtirasla yatak odasına akıyordu. Bardaklarda yarım kalan şarap tadında salonda bırakılan elbiseler halının üstünde dağınıktı. Burcu çırılçıplak yatağa uzandığında Ayberk onu bir tablo güzelliğinde uzunca seyretti.

Kapı çaldığında sarhoşlukları da uçup gitmişti.

Ayberk: “Kim o?” sesini yavaşça bıraktı.

“Ben Burcu’nun sevgilisiyim. Onu takip ettim. Buraya girdiğini gördüm. Çabuk açın yoksa şimdi polis çağıracağım!”

Ayberk, kapının mandalını takıp kapıyı aralayıp saklambaç oynayan çocuklar gibi baktı.

Üçgen vücutlu gencin yüzünden ateş fışkırıyordu. Ağzından sıçrayan salyaya aldırış etmeden yaptığı el kol hareketleriyle konuşması sertti.

“Çabuk Burcu’yu buraya çağır!  Yoksa!”

“ Bi-bi- bir saniye…”

Burcu,  hiçbir şey olmamışçasına kırmızı geceliğini üstüne geçirip Ayberk’in arkasından:

“Ne var, başımın belası, ne var! Seni sevmediğimi söyledim! Hâlâ neden peşimdesin?”

“Ama Burcu, ben sensiz yapamam! Ölürüm!”

“Onu beni aldattığında düşünecektin!”

“Biliyorum yaptığım bir hataydı. İnan ki seni çok seviyorum! Müsaade et içeri gireyim, söz olay çıkarmayacağım!”

“Yaptığın anda polis çağırırım bilesin!”

Ayberk,  kapının mandalını gevşetip açtığında Burcu’nun sevgilisi hızla içeri girdi. Salonda tartışma gittikçe şiddetleniyordu. Genç delikanlı Burcuyu bir ara hızla iteklediğinde neredeyse kafası sehpaya çarpacaktı. Burcu düştüğü yerden Ayberk’in yardımıyla zor toparlandı.

“Sen kaşınıyorsun!”

“Ben her şeyi göze aldım!”

Burcu, sertçe “Sen kaşınıyorsun! Artık seni sevmiyorum! Defol git hayatımdan!” diye bağırdı. Delikanlı Burcu’nun suratına tokadı patlattığında,  Ayberk olup bitene daha fazla seyirci kalamadı. Gözü döndü. Dişleri sinirden kilitlendi. Elleri titremeye başladığında sehpanın üzerindeki kalın küllüğü olanca hızıyla delikanlının kafasına vurdu. Fışkıran kanlar odanın her yerine sıçrıyordu.  Ortalık adeta kan gölüydü. Delikanlı gittikçe kan kaybediyordu. Burcuyla Ayberk sarılarak olup biteni film kopmuşçasına izliyordu. Delikanlı, son çırpınışından sonra halının üstüne cansız bedeni boylu boyunca uzandı.

Ayberk: “Şimdi ne yapacağız?”

“ Cesedi banyoya götürelim!”

“Ondan sonra?”

“Bir çaresini buluruz. Şimdi hava aydınlanıyor. Yarın gece yarısı cesedi bahçeye birlikte gömeriz. Ne dersin?”

“Burcu olur mu öyle şey! Kedi, köpek kokusunu alıp hemen eşeleyip cesedi bulurlar.”

“Bulamazlar. Bir torba da çimento bulursak gerisini bana bırak. Şimdi gel birlikte cesedi banyoya taşıyalım.”

Oda soğuktu. Cesedi banyoya sürüklediklerinde her yer kan içindeydi. Halıları toplayıp yerleri ve üstlerini temizlediklerinde kapının zili çaldı.  Açtıklarında, üst kat komşusuydu:

“Ayberk,  dün gece evinizde gürültü vardı, umarım önemli bir şey yoktur.”

“Ha- yır, hayır, kız arkadaşımla biraz eğlendik, kusurumuza bakmayın…”

“Peki, görüşmek üzere…”

Ayberk, başından geçenlere inanamıyordu. Durup dururken bu cesette nereden çıkmıştı? Burcuyla banyoya girdiklerinde cesedin bakışından ikisi de ürkmüştü. Ertesi gece olmak bilmiyordu. Ya yakalanırlarsa, işte o zaman dünyalarının sonuydu.

Gece yarısı herkes uykuya çekildiğinde iki genç bahçede derin bir çukur kazıp çimentoyu karmaya başladılar. Ter içindeydiler. Cesedi banyodan çıkartıp çukura bıraktıklarında ölen delikanlının gözleri hâlâ Burcu’ya bakıyordu. Cesedin üzerine toprak atıldıkça rüzgârın çıkardığı ıslık sesi ise ürkütücüydü. Ayberk,  ellerini yıkamaya girdiğinde telefonuna kurduğu saatte çalmaya başlamıştı. Yataktan doğrulduğunda ellerine uzun süre baktı. Temizdi. “Allah’ım ne kâbus dolu geceydi” diye yaşadıklarının rüya olduğuna sevinmişti…

 

Not: “Tirşe Rengi Apartman” adlı roman çalışmamdan bir bölüm Romanım TASDİX firmasınca kayıt altına alındığından bu hikayemin kopya yapılması  yasaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...