Yaz mevsiminin başlangıcıydı. O zamanlar yani seksenli yıllarda doğa, insanlardan henüz intikamını almıyordu! Ankara’nın sokaklarında yürüyorum gün bitimine iki saat kala… Kış aylarında merdivenle bir başından sonuna kadar kaydığımız ünlü yokuşu tabana kuvvet çıkıyorum. Arkamda bir kalabalığın olduğu belliydi. Dönüp baktım, köpekler öylesine örgütlenmişler ki sürüsüne bereketti! Üzerime doğru gelince adımlarımı korkuyla birlikte hızlandırdım. Köpek ısırığı hiç belli olmazdı. Kuduz olmakta vardı sonunda. Çevremde yardım edebilecek kimseler yoktu. Zaten evimize az bir mesafe kalmıştı. Gerçi köpeklerin birçoğu sıskaydı. Onların derdi ben değil, çöplerdeki yiyeceklerdi. Korkuyla karışan kokum, rüzgârla birlikte köpeklerin burunlarına çoktan yer etmişti. Hep birlikte havlayarak yaklaştıklarında koşmak zorunda kaldım. Yokuş yukarı ne kadar koşabilirdim ki? Dilim damağıma yapışmış, kalbim nefesimi kesmişti… Artık ne olacaksa olsun diyerek, birden durdum, köpekler de durmuştu. Sokak lambalarının ölgün ışığında sağıma soluma baktım. Yerde parlayan bir taşı alıp bir hamleyle köpeklere atar gibi yaptım. Köpekler bu hareketime tırsmış olacaklar ki, geri çekilmişlerdi. Bir hamle daha yaptım, hepsi gerisin geriye yokuş aşağıya yönelmişlerdi. Neyse köpekler birkaç sokak ileride havlaya dursunlar, ikinci katın arka tarafına düşen evimize girdiğimde ellerim boya ve benzin kokuyordu. Ayakkabıların çokluğundan misafir geldiği belliydi. Matbaada üzerime sinen mürekkep kokusuyla misafirlerin yanına girmem doğru değildi. Zaten karnım da kurt gibi acıkmıştı. Üzerimi değiştirip banyodan sonra mutfağa geçtim. Siyah beyaz desenli dökme beton tezgâhtaki annemin yemekleri henüz soğumamıştı. Kaşığımı bir cacığa bir de şehriyeli pilava daldırdıkça gözlerimin feri yerine geliyordu. Annemin en meşhur yemekleri dolma ve su böreğini de tattıktan sonra gayri ihtiyari mutfak penceresinden baktığımda karşı komşumuzun mutfak ışığı yanıyordu. Perdemiz şeffaf, karşı tarafı ayna gibi gösteriyordu. Pencerenin ardında iri gözler ocağın başındaydı. Komşumuza belli ki misafir olan bir kızdı. Daha önce hiç rast gelmemişti. Kimdi? Merak ettim. Ben de bir bahane ile pencereyi araladım. Karşıdan patates kızartmasının kokuları geliyordu. Kızın gözleri gerçekten beni etkilemişti. Ay parçası gibi yüzü de güzeldi. Kalbim hızla atmaya başlayınca her tarafımdan “Aşk” hormonları vücudumu esir almıştı. İçimden “Bu kızla en kısa zamanda tanışmam gerek.” diyerek içeri girip misafirlere “Hoş geldiniz.” desem de aklım ve yüreğim iri gözlü kızdaydı. Misafirlerin ne konuştukları umurumda değildi. Sorduklarına kestirme yanıtlar veriyordum. Su içme bahanesiyle mutfağa tekrar gittiğimde karşı komşumuzun ışığı da sönmüştü. Aşk nasıl bir duyguydu ki onu her an görme isteğim gittikçe artıyordu. Mutfağa gidip geldiğimin sayısını bilmiyordum. Aksilik ya! Bir türlü onun orada olduğu zamanı denk getiremiyordum. Gecenin bir yarısı misafirler gittikten sonra evimizin ahalisi odalarına uykuya geçmişlerdi. Her gün mışıl mışıl uyuyan bedenime bir şeyler olmuştu. Kolay kolay uykuya dalamıyordum. Gözlerimi sıkıyorum olmuyor, sağıma, soluma dönüyorum yine olmuyordu. Beynim sürekli ayaklarıma “Haydi mutfağa git, belki ışık yanıyordur.” diye uyarıyordu. Sabah ezanının okunduğu dakikalara kadar uyuyamadım. Yatağımda kıvranırken, Belki iri gözlü kız susayıp mutfağa gelmiş olabilir umuduyla kalkıp adımlarımı mutfağa yönlendirdim. Ne yazık ki, ara boşlukta ışık namına bir şey yoktu. Yalnızca sabah namazına kalkanların öksürük ve aksırıkları arasında gelen suyun sesi işitiliyordu. Birkaç saatlik bölük pörçük uykuyla erkenden uyandım. Penceremi açtığımda farklı bir hava odamdaydı. Günlerden cumartesiydi. İşe öğle sonrası başlayacaktım. Yüzümü bile yıkamadan mutfağa bir kelebek hafifliğinde girdim. Komşumuzun mutfak penceresi aralıktı, gözüm dakikalarca karşıda, bir umut ışığını bekledim. Diğer taraftan kulağımda ev ahalisinin olası uyanma seslerindeydi. Umutsuzca tekrar odama döndüm. Gözlerimi tavana dikip neler yapmam gerektiğini düşündüm. Önce küçük bir kâğıda, “Sizinle ciddi olarak tanışmak istiyorum” diye yazıp karşı tarafa onun olduğu bir zamanda atacaktım. Böyle yapsam, nasıl bir tepki verirdi? Yüzüme pencereyi kapatır mıydı, yoksa beni aileme şikâyet mi ederdi? Allah Allah aşk insana neler düşündürüyordu! Aslında aşk, gözü kara olmak değil miydi? Kimler aşkı için neler yapmamıştı ki…
Düşüncelerim odamın da kafasını şişirmişti.
Geçenlerde okuduğum bir yazıda, “Aslında kadın hayattır” diyor ve şöyle devam ediyordu. “Bir kadına ne verirseniz verin onu daha büyük hale getirir. Ona mutlu bir ev verirseniz, o da size sıcak mutlu bir yuva verir. Sebze verirseniz en güzel yemekleri yapar. Gülücük verirseniz size bütün sevgisini verir. Yani kendisine verilenleri çarpıp çoğaltarak size mutlu bir şekilde geri verir. Eğer ona çamur atarsanız karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun.“ Bir kadına çamur atmak mı? Bu satırlar bana dudak büktürmüştü. Kalbime hapsettiğim bu güzel kızın iri gözlerinde kaybolmak, ona sebzeler almak, etrafında serenat yapıp en güzel şarkıları söylemek istiyordum. Yani ciddiydim geleceğe dair… Yatağımın içinde düşünüyordum. Birden kalktım. Yatmanın sırası değildi. Aşk, icraat beklerdi. Küçük bir kâğıt parçasına, düşündüklerimi yazıp lastikle ağırlaştırdım. İki küçük çocuğun sesi ortalığı inletiyordu. Belli ki sesler karşı mutfaktan geliyordu. Mutfağa geçtiğimde şükürler olsun ki ışık yanıyordu. İri gözlüm yine ocağın başındaydı. Onu görünce kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Evimizin ahalisinden ses yoktu. Bu sevindiriciydi. Belli ki çocuklara kızartma yapılıyordu. Pencere sonuna kadar aralanmıştı. Yazdığım kâğıdı karşı tarafa attım. Allah kahretsin kâğıt ara boşluğa düşmüştü! Rüzgârın hava dolaşım hızını hesaplayamamıştım. Tekrar odama geçip bir kez daha aynı satırları yazdım. Bu kez kâğıt ara boşluğa düşmesin diye mandala sıkıştırıp attım. Perdenin gerisinden olup biteni seyrettim. İri gözlüm kâğıdı yerden alıp okumaya başladı. Bitince pencereyi sertçe kapatmasıyla yüreğim de cam kırıkları gibi darmadağın olmuştu. Üzülmüştüm. Odama geçip “Öyle yapılır mı? Sen manyak mısın!” diye kendime kızdım. Tekrar pencereye baktığımda hiçbir hareket yoktu. İş zamanım da gelmişti. O gün nasıl çalıştığımı bilemedim. Vardiyamın değiştiği gün, saat dörtte eve dönmüştüm. Arkadaşlar köşe başında oturmuş sohbetlerindeydi. Onlara “Merhaba” diyerek evimize yöneldiğim esnada, iri gözlüm, yeğenleriyle birlikte önümden geçti. Belli ki bakkala gidiyorlardı. Arkadaşlara göz kırkıp ben de peşlerine takıldım. Sokağın ortalarındaki bir çıkıntıya oturup dönmelerini bekledim. Çocuklar, ellerindeki şekerleriyle güle oynaya gidiyorlardı. İri gözlüm ise arkalarından geliyordu. Peşine takılıp “Çok ciddiyim” dediğimde, hiçbir şey söylemeden adımlarını hızlandırıp çocuklara yetişti. Eve döndüğümde bir şeyler atıştırmak bahanesiyle yine mutfaktaydım. Böcekler sarı lambanın etrafında serenat yapıyordu. Pencere yavaşça aralanmıştı. İri gözlerin gölgesini takip ediyordum. Küçük bir bakış bırakmasına mutlu olmuştum. Onun, “Abla ben bakkala gidiyorum” sözleri sanki bir şeyleri ima ediyordu. Ondan önce dışarı çıktım. Bu kez aşağıdaki bakkala yönelmişti. İri gözlüm, hardal rengi pantolonu kuzguni renkli, saçları perma ve desenli tişörtüyle şıktı. Önümden geçerken yay gibi kaşlarını ciddileştirmişti. Bir alt sokağa dönünce cesaretimi toplayıp yanına yaklaştım. “Sizinle gerçekten çok ciddi arkadaş olmak istiyorum” sözünü söylediğimde yüzüme bakmadan utangaç bir tavırla, “Yalnızca bir kez” sözüyle, başımdan ayaklarıma kadar mutluluk boşalmıştı. Birkaç adım kalan bakkala kadar neler anlatılabilirdim ki… Bakkaldan çıkmasını beklerken sanki bir ömür geçmişti. Dönüşte farklı sokakları tercih etmiştik. Bana, “Seni önce gördüğümde, ‘dikizliyorsun’ diye çok kızmıştım. Attığın o kâğıdı ablama da gösterdim. Bana, “Deli misin kız, karşıdaki Gönül Abla çok iyidir, oğulları da çok efendidir” demesi içimi ferahlatmıştı. Babama, ‘eğer bir gün bir erkekle tanışırsam, ona haber vereceğim’ diye söz vermiştim.” derken sanki suç işlediğini ve babasına ihanet ettiğini zannediyordu. Ve biz defalarca birlikte çıktığımızda artık aşkımız da kemikleşmişti. Konuştukça ve karakterini öğrendikçe ona olan aşkım gittikçe büyüyordu. Artık geceler farklıydı. Mutfak penceresinden bakışmalarımız da ayın ışığı üzerimize sabahlara kadar farklı yansıyordu. İşe gitmeyi istemiyor, aç ve susuz mutfakta onunla birlikte kalabilirdim. Ellerimizi uzatınca ancak parmak uçlarımız, kan dolaşımlarımızı ve yüreğimizin sıcaklığını hissettiriyordu. Bu bir rüya mıydı? Yoksa gerçek miydi? Aman Allah’ım ne güzel bir duyguydu âşık olmak ve sabahları onun uyanmasında onu hissedebilmek ve onun gözlerinde eriyebilmek…
Hayatta hiçbir zaman mutluluk daim değildi. Ayrılık ve özlem bir gerçekti. Bir gecenin sessizliğinde, “Ben yarın memleketime dönmek zorundayım” sözüyle ona uzanan parmak uçlarımdaki uyuşukluk bedenimi sarmıştı. Onu memleketine yolcu ederken yüreğim yaralanmıştı. İri gözlümün gitmesinden bir hafta sonra Ordu şehrinin önde gelen bir gazetesinde dizgi operatörü olarak anlaşmıştım. Bu askerlikten sonra ikinci gurbetim olacaktı. Sevdiklerimden ayrı olmak yamandı. Ordu’ya gittiğimde iri gözlüm, Fen Fakültesi’nin Matematik Bölümü’nü kazanıp tekrar annemlerin karşısındaki mutfağa gelmişti. Hasretlerimizi sayfalar dolusu mektuplara döktük. Sahilde banklara oturup gözlerim denize dalar ve hep onu düşünürdüm. Saçma ama sanki oltanın ucuna takılıp denizden çıkmasını hayal bile ederdim. Bir gün telefonda, ablasının eniştesinden ayrıldığını bu nedenle ailesinin de yurtlarda kalmasını istemediğinden artık okulunu bırakmak zorunda kaldığını ve ailece Bursa’ya yerleşeceklerini söylemişti. Her şeyden öte fakülteyi bırakmasına çok üzülmüştüm. Bursa’dan da yazıştık. Hatta mektuplarımızda kim daha fazla yazacak diye inatlaştık. On, yirmi, derken elli sayfaları geçiyorduk… Bir gün telefonda, babasına daha önce söz verdiği gibi, benden bahsetmiş. Babası da “eğer ciddiyse gelsin, bizle tanışsın” demiş, Gazetede işlerimi tamamladıktan sonra bir cumartesi gecesi otobüse binip pazar günü Bursa’ya geldim. Hem sevdiğimi görecek, hem de ilk kez ailesiyle tanışacaktım. Heyecanlıydım. Kurban Bayramı’ydı. Onu pencerede görünce aklıma bizim mutfak günleri gelmişti. Aşk ne güzel bir şeydi… İnsan sevdiğini görünce yüreğine söz geçiremiyordu ki… Salondaki pencereye yakın üçlü koltuğun kıyıcığına oturduğumda odaya giren annesinin ellerini öptüm. Evlerinde oturan on dört yaşında bir erkek ve nişanlı olan ablasıyla tanıştım. Diğer kardeşleri evli ve hepsi de farklı şehirlerdeymiş. Babası, aşağıda kurbanla uğraşıyordu. Salona atletli bir adam elinde bıçağıyla girince ‘ürkmedim’ desem yalan olurdu! Şaka bir yana babacan bir kayınpeder adayıydı. Üstünü temizleyip yanımıza gelince onun da ellerini öptüm. Konuşma, yemek faslı derken ayrılık zamanı gelmişti. Dönüşte sevdiğime yakın bir çiçekçiye uğrayıp adres almıştım. Zaman zaman Ordu’dan mektupla sevdiğime bu çiçekçiden evlerine çiçekler gönderiyordum. Bir gün postacı yanlışlıkla çiçekçiye gönderdiğim mektubumu iri gözlüme teslim edince o da içindeki parayı alıp bir güzel harcamış… Gazetede aldığım ücret çok iyiydi. Bir memur maaşının neredeyse üç katıydı. Otelde kalmama, ayrı ev tutmama, güzel yemekler yememe, arada sırada sevdiklerime gitmeme rağmen yine de para biriktirip evlilik hazırlıkları için eşyalarımı alabilmiştim. Hatta nikâh için bir miktar parayı da bir kenara koyabilmiştik. Bu arada bir kamu kurumunda sınav açılmış ve çevremden, “sağlam bir işin olur” diyenlere uyup kazandığım sınavı bir hafta sonra gel-git düşünceler arasında kabul etmiştim. Zira gazetenin patronları da beni bırakmak istemiyorlardı. “Seni burada evlendirelim ev de veririz.” diye teklif bile etmişlerdi. Artık hareketli gazetecilik mesleğini bırakıp sandalyeye sabit oturan bir memur olmuştum. İki yıl sonra da Bursa’da nikâhımız olmuş, iri gözlümü sevdiklerine ağlayarak Ankara’ya babamların yanına getirmiştim. O da ben de ciddi olarak sözlerimizi tutmuştuk. Evliliğin ilk günleri eşleri oldukça korkutur. Baba evindeki gibi öyle rahat olunmazdı. Büyük bir yük, aşk duygusu arasında omuzlara çöker, insanı derin düşüncelere sevk ederdi. Hayatın pahalılığı ile karşılaşırsınız. Kira, elektrik faturaları nasıl ödenir, yakacak nasıl alınır, tek maaşla bunları zamanla hayat size öğretiyordu.
Baba evinde altı ay kaldıktan sonra bir ev tutmuştuk. O da giriş katı ve sokağın arka tarafına düşüyordu. Bizden önce oturan bekârlar duvarları yağlı boya resimlerle bezemişlerdi. Onları sabahlara kadar kazımak, alçının ardından boyamak zordu ama insan sevdiğiyle birlikte olunca yorgunluk diye bir şey tanımıyordu. Eşyalarımız ilk yıllarda azdı. Acele etmeden ihtiyaçların önceliğine göre almak zorundaydık. Birden açılıp boğulmakta vardı. O zamanlar bankalardan kredi almak, uzun vadeli borçlanmak öyle kolay değildi. Alınan eşyalara atılan senetlere imza çakmak korkuturdu yeni evlileri! Eşyalar alındıkça ev, eve benzemeye başlamıştı. İlk tutuğumuz bu ev şiddetli yağan bir yağmurun ardından su basması sonrası eşyalarımız büyük bir bölümü harap olmuştu. Aynı semtte birkaç ev değiştirdikten sonra kısmet, iri gözlümü tanıdığım evi tutmak olmuştu. Hem de annemlerle karşı karşıya olmak da bir dayanışmaydı. İşe gidip gelmeler, el ele tutuşup gezmeler, tatiller derken çocuk beklentisi bizi yanıp tutuştursa da uzun bir süre çocuğumuz olmadı. Ama birbirimize mutlu bir şekilde zaman zaman da bebekleşebiliyorduk. Bir gece rüyamda, üç-beş metrelik bir kayalıkta heybetli bir adam görmüştüm. Üstünde gri ve uzun bir elbise ve elinde bir asası vardı. Arkasında bir güneş ki öyle böyle parlamıyordu. Adamın yüzü nurluydu. Ona rüyamda, ‘Peygamberimiz’ diyorum. Sabah kalktığımda gördüğüm rüyamı eşime anlatım. Eşim de o yıllar aynı kurumda çalışmaya başlamıştı. Bir gün işten çıkmış servis aracımıza doğru gidiyorduk. Maaşımızı da ertesi günü alacaktık. Ne yazık ki cebimde de az bir miktar para kalmıştı. Eczanenin önünde durup bana ısrarla bebek olup-olmadığını ölçen bir alet almamızı istedi. Ona ”paramız azaldı, ertesi günü alalım” teklifime “Olmaz, şimdi alalım” diye diretti. Aleti aldık ve bize yakın oturan kız kardeşime uğradık. Alette iki çizgi görününce havalara zıpladık. İri gözlümü kucaklayıp evire çevire öptüm. Kız kardeşim de tebrik etti. İki çizgiye inanasımız gelmiyordu. İşi garantiye almak için ertesi günü hemşire komşumuza gittik. Bize hastanelerine uğramamızı ve kan tahlili yapmamızı söyledi. Onları da yaptırdık ve eşimin hamileliği kesinleşmişti. Ben bunu hep rüyama bağlarım. O güneş hanemize doğmuştu. Bizim oğlan annesinin karnında (cinsiyetini ultrasonda öğrenmiştik) Şili karpuzu bile yemişti. Karpuzu bulmak öyle kolay da olmamıştı!
Mutluyduk…
“Tebdili mekânda fayda vardır” derler. On bir yıldan sonra hamile eşimle birlikte Bursa’ya taşınmaya karar verdik. Oğlumuzu burada doğurdu. Onu daha iyi büyütmek için kurumundan istifa etti. İri gözlüme evimize yakın bir yerde terzi dükkânı açtık. Hem çocuğumuza bakıyor hem de evimize katkı veriyordu... Yedi yıl sonra dükkân kapatıp ayrıldığı kurumuna yeniden döndü. Oğlumuz üç üniversite bitirdi. Bursa’da yaşama devam ediyoruz
...
Not: Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yazılarım E-Güven Şirketince tasdiklendiğinden izinsiz hiç bir yolla çoğaltılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder