Her neslin kendine has unutamadıkları şeyler vardır. Ekranlarla henüz tanışmamış çağın insanları yaratıcılıklarını konuşturup oyun yaratmada ustaydılar. ‘İstop, kuka, yağ satarım bal satarım’ ve daha nice oyunlar… Taşların dokuzlusu, satrancı aratmazdı evlerin arka bahçe betonlarına kiremitle çizilen tebeşirlerle. Bir nesil; telden arabalar, rulmanlardan tornet dediğimiz şimdikilerin elektrikli skoterlarını ustalıkla yaparlardı. Hem de lastik ayakkabısından fren yaparak. O karların yoğun olduğu günlerde perde kornişlerini ayak boyuna göre kesip yanlarından delikler açarak kalın bir iple bağladıktan sonra bir sporcu gibi ağaçların arasından kıvrılarak kayanlar mı dersiniz ve daha neler neler… O yılların çocukları bir odanın mahkûmu değillerdi. Akşamın geç saatlerine kadar yorulmak nedir bilmeden koşuşturdu sokakların çığırtkanlığında. Mahalleye bin bir çeşit oyuncak, leblebi tozu, şeker ve şemsiye çikolatalarıyla kafa üstlerinde taşıdıkları bir tabla ile sokağa gelen satıcılar dört gözle beklenirdi. Onun uzaktan belirmesiyle oyunlar hemen kesilir ve başına toplanılırdı satıcının. Unutulur muydu onların yüzleri?
Hemen hemen her çocuk evlerinin önüne geçip
“Anne” diye uzatmalı bağırışları mahalleyi çınlatırdı. Pencerelere çıkan annelerin
aşağıya attığı paraları kapan çocuklar neyi gözüne kestirdiyse alır ve bir
köşeye çekilerek birbirine nispet edercesine aldıklarıyla ya oynarlar ya da
iştahla yerlerdi.
Bugün sizlere son yazdığım ve basım
çalışmalarının devam ettiği “Elma Şekeri” adlı romanımdan bir bölümü
paylaşmak istiyorum. Umarım yayımlandığında keyifle okursunuz.
Kahramanımız Nergis küçüklüğünü anlatıyor: “Ah
o elma şekerleri nasıl bir şeydi öyle? Gözümün önünden gitmediği ve tadını
hayalimde sakladığım o ışıldayan kırmızı elma şekerlerini ilk kez ilçemize
gelen panayırda iki çocuk iştahlı yerken görmüştüm. Onlar, elma şekerlerine yumulup ağzı yüzü kırmızılar
içinde yalarken ben de kediler gibi boş yere yalanarak yutkunuyordum. Tatlı mı
yoksa ekşi miydi? Onu da bilmiyordum. Çocuklar şekeri elmasıyla birlikte
neredeyse bitirmişlerdi. Esmer olanına “Bana da kalanını verir misin?”
dediğimde burun kıvırıp yalamasına devam etti. Tahta sapında görülebilecek kadar
şeker kırıntısı kalmamıştı. Belki üç, taş çatlasa beş tane olabilirdi. O kırıntıları
da bir çırpıda nasıl yedi, şaşırdım! Çöpe
veya yere atacak elindeki sapa odaklanmıştım. Belki o kırıntıları yemez de atar, diye
düşündüm, yapmadı. Sapını öylesine kemiriyordu ki bir kırıntı bile bırakmamıştı.
Pislik neredeyse tahta sapı da yiyecekti! Yere doğru attığı sapı aldım. Toprak şekerli bölüme yapışmıştı. Bu kez diğer çocuğu kollamaya başladım. Ona da
kalan kısmı vermesini istedim, vermedi. Aksine o da yalamasını bana sırıtarak
hızlandırdı. Bir taraftan da sinsice
gülüyordu.
Nasıl bir tattı öyle, meraktan çatlayacaktım.
Acaba evimizdeki kesme şekere benzer miydi?
‘Öyle olsa kırmızı olmazdı. Mutlaka farklı bir tadı olmalıydı’
dedim. Aksilik ya bu kız da elma
şekerinin sapında bir kırıntı tanesi bile bırakmamıştı. Yutkuna yutkuna eve
geldim. Yutkunduğum bütün tükürüklerim
midemi şişirmişti. Aklımdan o kızların yiyişleri hiç gitmedi. Günlerce
düşündüm. Hatta geceleri rüyalarıma bile giriyordu. Bir gün sabah uyandığımda
annem, “Kızım dudaklarını neden öyle yalar gibi şapırdatıyordun?”
dediğinde, anneme olup biteni anlattım.
“Ben kızıma hemen alırım” sözünü verse de unutup gitmişti. Ama elma
şekerlerinin nasıl bir şey olduğu o günden beri aklımdan hiç gitmedi. Acaba
nerede satılırdı? Onu da bilmiyordum. Satın almak için olağan üstü bir hırsla
para biriktiriyordum. Birkaç ay geçmişti ki biriktirebildiklerim epeyce ağırdı.
Onları bütünlemek için yanıma aldığımda küçücük bedenimin dengesi bozulmuş bir
halde okuluma giderken dolmuşun arka pencere kenarına oturdum. Dükkânlara
bakarak yol alıyorduk ki kırmızı ışıkta durunca bir pastanenin vitrininde
tepsinin üstünde öylesine çok elma şekerini görünce şoföre seslendim.
“Durun!
Durun! Beni hemen indirin!”
Dolmuştan inip pastaneye doğru koştum. Ama ne
koşuştu o. Bozuk paraların ağırlığından
şıngır şıngır sesler arasında topallayarak koşarken çevredekiler şaşkınca bana
baktıklarını hissediyordum. Belki de ben öyle zannetmiştim. Pastaneye nefes nefese girdim. Konuşmak
istedim, sesim bir süre çıkmadı. Tezgâhta bekleyen amca “Kızım bir soluklan, ne
bu heyecan” diyerek bir başka müşteriye bakıyordu. Müşteri uzaklaştığında
kendime gelmiştim. Elimle elma şekerlerini işaret ettim. Amca, anlamıştı.
Gülümsedi.
“Kızım iyi misin?”
“İyiyim
amca iyi! Sen bana tepsidekilerin hepsini getir.”.
“Hangisini istersin?”
“Hepsini
dedim ya!”
Adam tepsiyi tezgâhın yanındaki masaya koyarken cebimdeki bütün paraları çıkartıp ona verirken adam şaşkınca beni izliyordu. Hatta gelen müşterilerin gözleri de benim üzerimdeydi. Bir süre tepsidekilere baktım, ışıl ışıldı. Kızların yedikleriyle aynıydı. İçlerinden büyük olanını seçtim. Birkaç kez yaladım, sonra sert bir ısırıkla elma şekeri çatlamıştı. Boşluk bulup elmasına kadar ısırmıştım. Dudaklarım burnum her tarafım şeker olmuştu. Kapının kenarındaki aynaya baktım, kendime güldüm. Birkaç ısırık daha aldığımda o hayal ettiğim tat sanki yoktu. Veya ben hüsrana uğramıştım. ‘Belki diğerlerinin tadı farklıdır.’ diyerek, diğer elma şekerlerini bir kere ısırıp kenara bırakıyordum. Etrafta bakanlara aldırış etmiyordum. Her ısırıkta hüsrana uğramam devam ediyordu. O tadı bulamayınca hüngür hüngür ağladım. Amca tezgâhından gelip başımı okşadı. “Kızım senin neyin var?” dediğinde hıçkırıklarım bir türlü kesilmiyordu. Bir ara, “Ne biçim elma şekerleri bunlar hayal ettiğim tat değil bunlar!” diyerek hızla dışarı çıktığımda üstümdeki bütün yükleri atmış ve hafiflemiştim...”
Not: Yazılarım E-GÜVEN Şirketince tasdiklendiğinden kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder