Ah o radyolar! Ekranların olmadığı dönemlerde bir kutu etrafına toplanıp bir dünya yarattığımız radyolar! İşte o eski radyolar bir alışveriş merkezinin zemin katında sergileniyorlardı. Yaşlı bir kadın, pamuksu saçları, zayıf suratı ve küçülen bedeniyle yürüyen merdivenlerden zemin kata doğru iniyordu. Yalnızdı. Kurumuş kemik ve buruşuk elini bastonuna sıkı sıkı sarılarak sürüdüğü ayakları ile bir iki tekleme arasında yürüyen merdivenlerden inebilmişti. Kalabalığın olduğu tarafa doğru yürüdüğünde gençlerin uzun boylu bedenleri arasında kaybolmuştu. Yanındaki kıvırcık saçlı gence sordu:
“Evladım burada neler oluyor?”
“Teyzeciğim, eski radyolar sergileniyor.”
Genç kız kenara çekilip onun öne doğru gitmesini sağladı. Yaşlı kadın, gördükleriyle şaşkındı. Birbirinden ilginç tarih kokan radyolarla baş başaydı. Bir kaç adım daha yürüyüp heyecanla eski radyoların sergilendiği alana geldi. 1950 yapımı koyu kahverengi ahşap ‘Saba’ marka radyonun başında uzun bir süre durup seyretti. Serginin sahibi yaşlı kadının titrediğini görünce yanına davet etti.
“Teyzem buyurun… Buyurun oturun. Titriyorsunuz, iyi misiniz? “
“İyiyim.. iyi. Yaşlılık işte insanı titretiyor, insanın kendisi istemese de. Bunca radyoyu görünce beni nerelere götürdü nerelere.. radyolar sizin mi?”
“Evet Teyzem.”
“Bunları nasıl biriktirdiniz?”
“Çeşitli illerde uzun yıllar radyo tamirciliği yaptım. Bursa’da çalıştığım dönemlerde Nesim ustam, harika bir ustaydı. Tamire bırakılan radyoları geri alınmayanları evinin çatısında biriktirmiş. Her biri tıpkı “Lale Devri” şarkısındaki eski radyolar gibi. Ustam ölünce oğlundan radyoları tamir etmek üzere isteyince sağ olsun hepsini verdi.” Kadın iç çekerek konuşmasına devam etti.
“Adınız?”
“Ahmet.”
“Bak Ahmet evladım, şu karşıda gördüğün dolap görünümlü değerli radyo var ya…” sözünü tamamlamadan serginin sahibi “1933 yılı Amerikan yapımı ve çok değerlidir.” dedi. Yaşlı kadın:
“1950’li yıllardı. İnönü, hükümeti Menderes’e bıraktığı yıllardı. İşte bu radyodan Menderes’in tiz sesiyle yaptığı o hararetli konuşmaları ve 1960 yıllarında ise rahmetlinin mahkeme sürecini dinlemiştim. Nasıl dinledim, biliyor musun? O yıllarda büyük annem vefat etmişti. Mal paylaşımında amcam köyden bir tarla almıştı. Babam da bu radyoyla birlikte bir de gramofonu tercih etmişti. Mirasımız yalnızca işte bunlardı. O zamanlar kendimizi amcamızdan çok daha şanslı hissetmiştik. Bu radyo beni işte o güzel yıllarıma götürdü.”
Yaşlı kadının yanına genç bir adam “Merhaba Teyzem” diyerek yanaştı. Radyolardan gözünü ayırıp sürekli kadına baktı. Kadının omzuna dokunmasıyla kadın, yavaşça kafasını çevirdi. Feri sönmüş gözlerinin arasından süzülen belli belirsiz gözyaşları, kuruyan bedeninin büzüşen mor damarları arasında yine de yol buluyordu. Yaşlı kadın, gözyaşlarını çantasından çıkardığı mendiline silerken, adama, “Ah siz bilmezsiniz, şu gördüğün radyoda ne şarkılar dinledim ne şarkılar… Babam o yıllarda müzikle uğraşırdı. Allah var udu çok iyi konuştururdu. Annemin sesi de billur gibiydi. İşte bu radyoda Minur Nurettin Selçuk’un… Sahi siz bilir misiniz bu değerli sanatçıyı?” Adam, düşündü… “Yıllar önce TRT’nin bir kanalında dinlemiştim. Çok tiz ve yanık bir sesi vardı. Sanırım eski plaklar o dönemlerde bu tiz sesi veriyormuş” dediğinde, kadın kaşlarını çatıp sinirlice çıkıştı. “Orada bir dakika dur bakalım! onun sesiyle yarışacak o dönemde pek sanatçı yoktu. Hele onun bir şarkısı vardı. Hay Allah, adını şimdi anımsayamadım. Yaşlılık hafızayı alıp götürüyor.” diyerek birkaç saniye düşündükten sonra “Hah şimdi hatırladım! ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayız’ şarkısını bir seslendirirdi, deme gitsin! Âşık olmayan insanı âşık ederdi.” Kadın, “…Ah! Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç/ Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç…” sözlerini mırıldanırken, Adam ; “Teyzem ben de eskilerden en çok Müzeyyen Senar’ı çok severim. Şimdilerde onun ekolünü Bülent Ersoy devam ettiriyor.” sözüne yaşlı kadın, “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım/ Bakışından süzülen işvene kurban olayım…” diye şarkıyı belli belirsiz seslendirdikçe iç geçirip diğer radyolara göz atmaya devam etti.
Kadın, yanına gelen genç bir kıza titrek sesiyle sordu:
“Evladım, Orhan Boran’ı bilir misin?”
“Yok teyzeciğim Orhan Gencebay’ı biliyorum. Bir kaç şarkısını dinlemiştim. Sesi güzel ve duyguluydu. Teyzeciğim, sizin zamanınızda aşkların güzel ve masumca olduğunu söylüyorlar, doğru mu? Biraz anlatır mısın?”
Kadın buruşuk yüzündeki sönük dudaklarını gererek gülümsedi. Gülümsemesiyle gözleri ışıldadı.
“Ah kızım ah! Bizim dönemin delikanlılarında cesaret nerde… Birçoğu utangaç ve kibardı. Onlar gözüne kestirdiği kızları uzaktan severlerdi. Hem onlar bize hiçbir zaman ‘sen’ demezdi. Genelde ‘siz’ diye hitap ederlerdi. Sevgili de olsanız, uzaktan sevmek ve sevilmek aşkların en güzeliydi. Ah o çeşme başları! Su testisini doldurmak için saatlerce beklettiğimiz, eve geç kalınca da büyüklerimizden azar işittiğimiz yıllar, ne de güzeldi. O delikanlıların bakışları ve gözlerinin derinliklerinde sevgi, sevecenlik ve koruma içgüdüsü vardı.”
Kız duraksadı. Kendi aşklarını yargıladı. Erkeklerin, aşkı unutup hemen cinselliğe yönelmelerine kızdı…
Tüy hafifliğinde “Evet…” diyerek adımlarını diğer radyolara yönlendirdi. Genç kıza Orhan Boran’ı anlatamamıştı ama yanına yaklaşan genç delikanlıya anlatmak istedi. Radyoları inceleyen delikanlıya:
“Evladım sen bilir misin Orhan Boran’ı?”
“Teyzeciğim bir ara bir belgeselde izlemiştim. Türkiye’nin ünlü radyocularındanmış.”
“İşte bilen bir genç çıktı! Bravo sana! Her şeyi unuturum ama Orhan Boran’ın o pazar sabahları dinleyicilerine “Yuki” lakabıyla şirin bir o kadar da garip sesli bir hayali yaratığı, bize tanıtmasını hiç unutamam. Bizi öylesine eğlendirirdi ki, herkesi gülmekten kırar geçirirdi.”
Delikanlı:
“Teyze bir de Halit Kıvanç, diye ünlü bir maç spikeri varmış! Dedem anlatırdı onun nasıl usta bir spiker olduğunu. Tatlı ve yumuşak sesiyle maçı, adeta radyonun içinde yaşatırmış, öyle mi?”
“Evet evladım. Büyük oğlum onu çok dinlerdi. Hele dünya kupalarını bir anlatışı vardı, dinleyeni heyecandan hop oturtup hop kaldırırdı o kadife gibi sesiyle. Yüzünü görmesek de gülümseyen yüz ifadesinin sesine yansıdığını anlardım. Babam da maç hastasıydı. Onunla özellikle Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını hiç kaçırmazdık. O zamanlar iki takım oyuncu ve taraftarları birbirlerine rakip olsalar da temelinde dostluk vardı. Her iki takımın oyuncuları maçtan sonra birlikte yemek ve eğlenceye gittiklerini, babam söylerdi. Babam da hani sıkı Galatasaraylıydı… Her cumartesi veya pazar günü işte şu gördüğün radyo başında ölünceye kadar maçlarını dinledi. Rahmetli babacığımın özel bir köşesi vardı. Kuşlarına yem verdiği ve o zamanlar boş Vita yağ tenekelerine diktiğimiz birbirinden güzel çiçeklerimizin bulunduğu penceremizin önüne oturur, beyaz atletinden taşan pamuksu kıllarıyla divana uzanıp Halit Kıvanç’ın sesinden maçları heyecanla dinlerdi. Hele Galatasaray gol attığında divandan bir fırlayışı vardı, babama bir şey olacak diye, çok korkardık! Ah! Ne güzel günlerdi be evladım, güzel günlerdi…” dedi.
Kadın, radyoların üzerindeki tanıtım yazılarını pek seçemiyordu. Çantasından gözlüğünü çıkartıp bakınca birçoğunun üzerinde “ 1930 Grundig Alman Yapımı” “1940 İtalyan Yapımı” , “ 1958 yılı yapımı Philips marka” yazıları çoğunluktaydı. 1957 Yılı yapımı Alman marka uzun ve ışıklı radyo hâlâ çalışıyordu. Onun önünde durdu. Yanına dikilen genç kadına; “İşte bu da halamların radyosuydu. Bunda 1960 darbesini dinlemiştik. O zamanlar Ankara Radyosu darbecilerce birkaç kez el değiştirmişti. Menderes’in asılmasını da o dönemlerde ‘ajans’ denen haberlerden dinlemiştik. Halamlara gittiğimde en hoşuma giden, rahmetli halacığım ile radyo tiyatrosu’nu dinlemekti. Aman Allah’ım o seslendirmeler neydi öyle! Kapı çarpmaları ve silah seslendirmeleri sanki gerçekti. O dönemlerde elektriklerimiz de çok sık kesilirdi. Tiyatronun heyecanlı bir yerinde kesilirdi ki, halamla sinir olurduk. Lüks lambasını yakıp tiyatro oyununun bundan sonraki dakikaların nasıl olacağı ile ilgili bir güzel yorum yapardık. Elektrikler geldiğinde oyun da bitmiş olurdu ama Allah’tan ertesi günü özeti olurdu da konuyu kavrardık.”
Genç kadın, anlatılanları ilgiyle dinliyordu.
“Kızım Türkiye Radyolarının ilk spikerinin Tamburi Cemal Beyin oğlu Mesut Cemil olduğunu biliyor muydun? İlk radyo yayını da Eşref Şefik’in “Alo alo.. Muhterem dinleyiciler, burası İstanbul telsiz istasyonu…” anonsuyla 6 Mayıs 1927 yılında Sirkeci'deki büyük postahane'de başlamıştı. O yıllarda her evde radyo bulunmazdı. Eskiden radyolar için postahaneye denetim pulu ücretini yatırırdık. Ücreti de o günkü paraya göre bayağı yüklüydü. Bazı aileler bu ücreti ödeyemezlerdi. Bandrolünü ödeyemeyenlerin radyolarının ne yapıldığını biliyor muydun?” dediğinde yanındaki genç kadın “Bilmiyorum." anlamında dudaklarını bükünce yaşlı kadın; “Denetim pulu ücretini ödeyemeyenlerin radyoları ellerinden alınıp PTT’ce mühürlenirdi. Sahibi eğer parayı bulup öderse, radyosu geri verilirdi.” Yaşlı kadın, ses kaydı yapan sarmalı teybin yanında bir süre durdu. Babasını tekrar anımsadı. Yaz günü bahçelerin de kurulan sofrada dayılarının kadeh kaldırmaları arasında babasının “Yeşil Ördek Gibi…” şarkısını söylediği aklına geldi. İç geçirerek gülümsedi. Radyo ve pikapları ölgün gözleriyle tek tek inceledi. Adımlarını yüklendiği bastonuna sürüyerek uzaklaştığında Sevim Tuna’nın “Ağla Gözlerim, Ağla” şarkısı kulaklarında yavaş yavaş kayboluyordu…
Not: Öykülerim E-GÜVEN Firmasınca tasdiklendiğinden izinsiz kopya edilmesi yasaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder