23 Eylül 2022

POSTACININ BASURU

Size bir mutfak tanıtacağım ama öyle bildiğiniz ev mutfaklarına benzemiyordu. Devasa bir kurumun mutfağıydı bu. Tam tamına dokuz bin kişiye yemek çıkartılan, içinde on metreyi aşkın kuzine ocaklarıyla butları bir insan boyunu geçen etlerin saklandığı bir oda büyüklüğünde soğuk hava deposu olan bir yerdi bu kurum mutfağı. Bulunduğu yer Ankara’nın Ulus semtinde ve iki tarafı da caddeye bakan tarihi dört katlı binanın giriş katıydı. Amirinden, memurundan, hizmetlisine kadar altmış kişiye yakın çalışanı vardı. Her gün iki yüz veya üç yüz kilo etin işlendiği ve büyük sebze halinden satın alınan kasalar dolusu sebzeler, bir çırpıda aşçıların bıçak darbesiyle büyük kuzine ocaklardaki birkaç kişinin banyo yapabileceği geniş kazanlara boşalıyordu. Tonlarla yıllık ihale ile alımı yapılan; salça, toz şekeri ve un gibi akarı kokarı olmayan malzemeler ise kilerde sırası geldikçe kazanlarda aşçılar tarafından karıştırılmayı bekliyorlardı.

Ertesi günün menüsünü hazırlayan aşçılar, uzaktan birbirlerine laf atmalar ve kızdırmalar arasında krom çelik tezgâhta pırasa ve havuçları seri bir şekilde doğruyorlardı. Kır saçlı, tonton dede görünümlü Aşçı Başı Aziz Usta mutfağın ortasındaki büroda bir sonraki günün yemek listesini hazırlarken bir taraftan da burnundan düşen gözlüğüne rağmen aşçılara; kurum personellerine verilecek öğle yemeğinin yetiştirilmesi için bir futbol teknik direktörü gibi sesleniyordu. Geceden nöbete kalan aşçı Ahmet ise üzerine sinen yemek kokularından arınmak için mutfağın üç kabinli banyosundan birisine geçti. Bir çırpıda soyununca çırılçıplak kaldı. Sevgili okurum gelin size banyonun konumundan bahsedeyim. Ahmet’in girdiği yer öyle evlerimizdeki banyolara benzemiyordu. Yan yana üç kabin düşünün ve kabinlerin üstü de açıktı. Her kabinin içinden altınıza biraz yükseklik konulsa, yan tarafta kimin banyo yaptığı görülürdü. Ahmet çırılçıplak vücuduyla ilk baştaki kabini tercih etmişti. Musluğu çevirmesiyle tenine boşalan soğuk suyla ürperince kenara çekildi. Ayarladığı ılık suyla keyiflendi. Sıvı sabun dolu bidondan avucuna döktüğünü başına sürmesiyle kafasının her tarafı köpüklenmişti. Durulandıktan sonra sabunu bir kez daha kafasına bıraktığında sabun köpükleri içinde adeta kaybolmuştu. Konya yöresinin ‘Bahçelerde pırasa/ yaprağında kar yağsa/ kızlar kocasız kalsa-oğlanlara yalvarsa,’ türküsünü mırıldandığında arkadaşı Bekir’in yan kabine yaklaştığının farkında bile değildi. Bekir yanına getirdiği sıvı sabunu kepçe ile Ahmet’in kafasına habersizce döktüğünde Ahmet’in kafasından köpük bir türlü eksilmiyor, aksine sürekli artıyordu. Ahmet, kafasını duruladıkça Bekir de bir taraftan sıvı sabunu tüy hafifliğinde döküyordu. Ahmet’in olup bitenden haberi yoktu. Bildiği yalnızca kafasının neden durulanmadığıydı.

Şaşırdı.. kızmaya başladı. Köpükler arasından kafasını hafifçe yukarıya kaldırıp gözüne sabun kaçmaması için toplu iğne başı kadar bir aralıktan baktı. “Su yerine sıvı sabun mu akıyor?” diye düşündü. Bir şey göremedi. Üstüne üstlük gözleri de yandı. Suyu sonuna kadar açıp gözlerini temizlese de bir türlü sabun köpüğünü sonlandıramıyordu. “Allah.. Allah!” dedi. Bekir yan tarafta keyifli ve sinsice gülüyor ama belli etmiyordu. Hatta birkaç arkadaşı da olup biteni ağızlarını tutarak kapı önünden izliyorlardı.

Ahmet, köpükler arasında kafasını kaldırıp yukarı bir kez daha baktı. Yine olup biteni göremedi. Eliyle hızlıca silip baktığında kıllı bir elin serap gibi kaybolduğunu son anda fark etti. Şaka yapıldığını tahmin etmişti. Bu sürekli kendisiyle uğraşan ve her şakanın altından çıkan Bekir’den başkası değildi. “Şimdi yaktım çıranı!” diye bağırmasıyla arkadaşı altındaki tenekeyi bir kenara itekleyip kaçtığında, diğer arkadaşları da toz olmuşlardı. Ahmet çıldırmıştı. Köpüklü gözleri hiçbir şey görmüyordu. Bekir’i bir yakalasa yapacağını biliyordu. Ona, “Kaçma gâvurun dölü kaçma! Ben sana gösteririm!” diye bağırarak koştuğunda Bekir, Ahmet’in önünde birkaç metre mesafeden gülerek mutfağın mal yükleme girişinden dışarı kaçtı. Ahmet de ardında çırılçıplaktı. Önünde sallanan erkekliğinden haberi bile yoktu. Koştukça kıçına inen köpüklerin ıslaklığını da umursamıyordu. Elleri havadaydı. Yalnızca “Bir yakalayım ben sana gösteririm!” diye sürekli bağırıyordu.

Sabahın erken saatlerinde çingene kadınlar mutfaktan çıkan yemek artıklarını toplamak için mutfağın çöplük kısmında her zaman olduğu gibi bekliyorlardı. Ahmet’i çırılçıplak Bekir’in arkasında koştuğunu görenler, tülbentlerini ağızlarına götürüp “Vıy Ana!” diye bağrışıyorlardı. Birkaçı elleriyle gözlerini kapatıyor, araladıkları parmakların arasından yine de neler olup bittiğinin merakı ve hayreti içindeydiler. Bütün aşçılar bıçaklarını tezgâha bırakıp olup biteni gülerek izliyorlardı. Ahmet’in gözü bir kez dönmüştü. Aşçı Başı, birkaç kişiyi görevlendirmiş, amirinden gelecek azarı işitmemek için çırpınıp duruyordu. Ahmet, zembereğinden kopmuş yay gibiydi. Tımarhaneye telefon edilse, hemen deli gömleği ile Bakırköy’ü boylaması içten bile değildi. Olmadı. Bekir hem koşuyor hem de sinsice gülüyordu. Zikzaklar çizerek caddeye çıktıklarında kovalamaca devam ediyordu. Köşedeki taksiciler koşanları tanımıştı. “Ahmet kendine gel!” uyarılarına Ahmet’in kulağı cinnetti. Yüzünde artık ne köpük ne de suyun damlacıkları vardı. Ter içinde yüzü kıpkırmızıydı. Kuduz bir köpeğin salyası gibi hınçlıydı. Ahmet koştukça kadınlı–erkekli çevredekiler hayret içindeydiler. Birbirlerine “Acaba film mi çeviriyorlar?” diye, etraflarına kamera olup olmadığına baktılar, yoktu. Erkeklik organını gören kadınlar utançlarından elleriyle yüzlerini kapatıp hızlı adımlarla olay yerinden uzaklaşıyorlardı.

Ortam İğrençti.

Ahmet köşeyi döndüğünde amirinin “Ahmet ne yapıyorsun?” bağırmasıyla gözünün feri yavaş yavaş kendine geliyordu. Burnundan soluması da kesilince, caddenin ortasında kabak gibi kaldığının farkına vardı. Bir önüne baktı, bir çevresine, şaşkındı. Sağ eliyle kıçını, diğer eliyle de kıllar arasında kaybolan erkeklik organını bir yaprak gibi gizleyip “Eyvah!” diyerek gerisin geriye hızla banyoya koştu. Çingene kadınlar tekrar kirlenmiş tülbentlerini yüzlerine örttüklerinde Ahmet “Aman Allah’ım ben neler yaptım!” diyordu.

***

Birkaç yılın ardından kadro şişkinliğinden Ahmet’i postacı yaptılar. İlk günler yığınlarla mektuplar arasında ne yapacağını bilemedi. Mektuplar ne pırasaya ne de patlıcanlara benziyordu. Yanına verilen tecrübeli postacıyla birlikte ev ve iş yerlerini dolaşıp sokakları tanıdı. Görevlendirildiği cihetleri kısa bir sürede ezberledi. Mutfağı unutmuştu.

Yaz yine bunaltıyordu. Tam da Temmuz’un ortasında şehrin havası sıcakla birlikte fena rutubetliydi. Nem vücuda yapışıyor, posta çantaları omuzları çürütüyordu. Ahmet cihetine attığı mektupları çantasına doldururken kıçını birkaç kez sağa sola çevirip havalandırsa da kaşınmasını engelleyemedi. “Şu basurun kaşınması da tam zamanını buldu!” diye kendi kendine konuşurken yan cihetteki arkadaşı konuştuklarını işitmişti. “Hayırdır Ahmet, sıkıntın büyük galiba, hı?” sorusuna “Hiç..” yanıtını mahcupça belli belirsiz verdi. Arkadaşları kaynak bulmuşçasına bir anda çevresini sardılar. Emekliliği gelen beyaz saçları seyrek pos bıyık ve zayıf yüzlü Mahmut’un “Arkadaş bunun ayıbı olmaz” sözü Ahmet’i rahatlatmıştı. Sonunda itiraf etti. “Evet, basurum.” deme cesaretini gösterebilmişti.

Mahmut’un sırıtması sinsiceydi. Yanındaki arkadaşlarına göz işareti verdi. Ahmet bir eliyle kıçını derince kaşırken Mahmut dayanamayıp sordu:

“Oğlum, senin işin zor ama üzülme bunun çaresi var.”

“Neymiş o?”

“Çok mu kaşınıyor?

“He ya!”

“Bundan altı ay önce ben de aynı şeyleri yaşadım. Allah’ıma şükürler olsun şimdi iyiyim.” derken bir taraftan da gülüyordu. Ahmet:

“Gülme oğlum ya, Sen ameliyat mı oldun?”

“Ne ameliyatı oğlum, doktorun verdiği ilaçları bir ay kullanınca geçti. Ama gel onu sen kıçıma sor!”

Çevredeki postacılar bir taraftan cihetlerine mektupları atarken içlerinden genç olanı:

“Hayırdır Mahmut Ağabey, neler geldi ki kıçının başına?”

“Beni biliyorsunuz zayıf birisiyim. Randevu aldığım doktorun odasına bir girdim. İri yapılı değil mi?” “Eeeee!” sözü hep birlikteydi. Mahmut heyecanla o günü yaşamışçasına anlatmaya devam etti. Ahmet pür dikkat dinliyordu. “Artık odaya girmiş bulundum, dönüşüm yoktu. Doktor bana, ‘soyunun ve domalın’ derken bir taraftan da kalın parmaklarına yeşil plastik eldiveni geçiriyordu. Parmakları görünce önce vaz geçmeyi düşündüm ama kaşıntım çoktu. Tıpta da ayıp yok diyerek mecburen doktorun dediğini yaptım, yapmasına da... Anlayacağınız operasyon gözlerimi yaşarttı! ”

Postacıların gülüşleri salonu inletiyordu.

Ahmet “Ne yani doktor benimkini de mi kurcalayacak? Hem benimki şempanze kızarıklığında değil ki yalnızca kaşıntı oluyor.” dediğinde Mahmut sırıttı. Bu sırıtmanın altında sanki bir hinlik vardı. Ahmet’e:

“Doktorun verdiği kremi bir ay kullandım, inan hiçbir şeyim kalmadı. Şimdi sapasağlamım!”

“Adı ne? Ben de alayım…”

“Dolabımda var. İstersen vereyim mi?”

“Olur…”

Zeynel, soyunma dolabına gitti. Geldiğinde üstünde yabancı yazılar olan tüp elindeydi. Ahmet’e uzattı. Ahmet eline aldığı tüpü evirdi çevirdi üzerindeki yazıları okuyamaya çalıştı, anlamadı. Kapağını açıp kokladı. Hafifçe sıktı, tüpün ucuna gelen beyazlığı tıpkı diş macununa benzetti.

Sordu:

“Mahmut Allah aşkına bu nedir?”

“Oğlum basur kremi dedik ya!”

“Nasıl kullanılıyor?”

“Şimdi sen bunu al tuvalete git. Makatından içeriye sok, ama iyice sık. Öyle az değil ha! Yoksa faydasını göremezsin. Anlayacağın çoğunu kıçına yedireceksin. Ha sahi unutuyordum, bunu her sabah tekrar edeceksin. Bir ay kullan hiç bir şeyin kalmaz!”

Bekir “Peki” diyerek aldığı tüple birlikte tuvalete gitti. Tarife göre aynısını yapıp sorumlu olduğu cihet dolabının önüne gelerek son mektupları da çantasına yerleştirdi. Dışarı çıktığında hava nefes aldırmıyordu. Otobüsü uzun süre bekleyip bindiğinde içerisi oldukça kalabalık ve havasızdı. Bunaldı. Pencere kenarında oturan gence pencereyi açtırdı. Ahmet otobüsten indiğinde villalar bölgesindeydi. Henüz asfaltlanmamış patika yolda yürüyordu. Yürüdükçe kıçında garip bir şeylerin harekete geçtiğini sezdi. “Galiba ilaç iyi geliyor…” diye düşündü. Yürüdükçe cıvıklık gittikçe artıyordu. Sağ omzundaki çantasının yükünü sol omzuna alsa da yine rahat değildi. Bir ara yürümemeyi düşündü. Mektuplar gecikir diye ikircikte kaldı, yapmadı. Elini hafifçe arkasına değdirdiğinde ıslaklığı fark etti. “Ne biçim ilaçmış?” diyerek mektupları dağıtmaya devam etti. Her gün uğradığı yaşlı teyzenin villasından içeri girdiğinde kendisini korkutan siyah kurt köpeği bu kez bağlıydı. “Oh!” diyerek kapının ziline dokundu.

“Kim o?” sesi titrekti.

“Benim teyze, postacınız…”

“Mektup torunumdan mı?”

“Sanırım, teyzem.”

Ahmet mektubu uzatıp geri dönmesiyle yaşlı kadın seslendi:

“Yavrum arkana ne olmuş böyle?”

“Hayırdır teyze ne olmuş ki?”

“Batmış evladım batmış! Pantolonun bembeyaz olmuş. Sanki köpük köpük…”

“Ulan Mahmut! Ben sana sorarım!” dediğinde yüzü, sinirden kıpkırmızı ve ter içindeydi.

Yaşlı kadın:

“Hayırdır evlat Mahmut da kim?”

“Hiç sorma teyze, hiç sorma...”

“İçeri geçte ölen amcanın gri bir pantolonu var, onu giyiver, yoksa rezil olursun. Merak etme sana uyar. Rahmetli tam da senin kilondaydı.”

Ahmet, kirlenen pantolonunu banyoda Mahmut’a küfürler ederek değiştirip omzuna yükünü attığında cıvıklık, kaşıntısıyla birlikte az da olsa devam ediyordu. İçinde alevlenen öfkesi çalıştığı yere dönünceye kadar bitmedi. Bir kovalama da Mahmut’u bekliyordu…

Not: Öykülerim E-GÜVEN Şirketi'nce tasdiklendiğinden kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...