Birçoğumuz kaçıyoruz içimize doğru… Tek başına kalıp kuytu bir köşede iki elimiz arasına aldığımız beynimizin yalnızlığındayız. Ne kadar kaçarsak kaçalım, yalnızlık susuzluğu seven kaktüs gibi her yanımıza batıyor.
Acıtıyor, kanatıyor…
Geceler uzun ve bir türlü bitmez! Sabahın küçük bir ışığını dakikalarca umutsuz bir halde bekleriz, köhne bir masanın başında tek başımıza. Sonra tellendirdiğimiz son sigarayla ucuz bir içkinin baş döndürmelerinde fondiplipleyip yatağa uzanır sonra da anlamsızca tavanın boşluğunda hayatın geçmişinde dolanıp dururuz. Tıpkı dramatik bir film şeridi uzunluğunda.. Güzellikleri aramak hiç de kolay değildir. Yoktur ki! Ne yazık ki, film her yerden kopuk, lime lime… Yine bütün gizemler, sanki kapının ardına saklanmış ve birden karşımıza çıkıp yüreğimizi ağzıma getirir. Balık gibiyiz hepimiz! Onlar da akvaryumdan fırlayınca yerlerde çırpınırlar, suyu özlerler.. özlerler hem de dibine kadar! Ve gözler saatlerin tik takları arasında küçülür.. küçülür, ardından yatağın içinde büzülerek kayboluruz rüyaların bilinmezliğine…
Her yanımızdan yalnızlık fışkırıyor…
Yalnızlık yenilmek midir yaşama? Pamuk ipliğinin yavaş yavaş aşağıya sarkması ve ardından birden dibe çökmesi midir? Yoksa bir kedinin veya kuşların yemlendiği tabağa sinsice yaklaşması mıdır? Sonra da kuşlar gibi uçup gidivermek midir, sonsuzluğa? Keşke kuşlar korkmasa da alıp götürse bir bilinmezliğe…
Üşümektir yalnızlık…
Buz kesen sokaklarda amaçsızca yürümek.. yürümektir. Kalabalığı gören gözlerde kimsecikler yoktur. Kördür. Yalnızca terk ettiğimiz sevdalılar beynimizde oradan oraya savrulur durur. Belki de mazimizin gülücüğü kulaklarımızı tırmalar, acıtır, acıtır… Boşlukta anlamsızca yürüyen bedenimizi önce bir yorgunluk, sonra da kir kaplar. Tırnaklarımız uzamış, içlerine hayatın kirleri sızarak gecenin karanlığı ve kalleşliği gibi simsiyah olmuştur. Su yüzü görmeyen saçlar, hayat gibi savruk, dağınık ve bit yuvasıyla doludur. Kaşındırır da kaşındırır elleri yorarcasına…
Sabah kahvaltıları birkaç dilim mandalina ve en ucuzundan şaraptır…
Dostlar ise sokakların uyuz köpekleridir.
Ayaz; ince bir tişört, yırtık ve kirden parlamış pantolon üstündeki pardösüden titreyen bedenin içine doğru süzülür, kirli pardösünüze sarılsanız bile, kulaklarınızı kapatamaz ve buz kesersiniz. Dokunsanız bile hissetmezsiniz. Elleriniz çatlak, araları oluk oluk kızarırcasına kan oturmuştur. Yırtık ve kokuşmuş ayakkabının içinde, tırnaklara karışan ayaklarınızın beyaz teni kaybolmuştur. Nereye gideceğinizi bilemeden, hep sıcak bir yuvayı özler durursunuz.
Ah o açlık!
İşte, bütün canlıların canını yakan, iki lokma uğruna verilen kavgalar ve hiç bitmeyen savaşlar! İki uyuyan köpeğin arasına atılan bir kemiğin ardından gelen dalaşma; tıpkı kardeşin kardeşe ve dostun dostu yok ettiği gibidir.
İhanet çoktur sokaklarda…
Adam, işte tıpkı böyle bitikçesine havanın ayazlığındaki sokaklarda yürüyordu. Adamın adı mı? Ne önemi vardı ki? Siz ona “Ahmet, Mehmet” veya “Yalnız Adam” da diyebilirsiniz. Onun tek dostu vardı, yanında gezdirdiği “Yalnız” ismini verdiği sokak köpeğiydi. Cılız köpeğinin beyaz tüyleri de kirliydi.
Adam, açtı, yorgundu, sonunda kaldırımın köşesine çömeldi, köpeğine baktı, yalanıyordu. Elindekileri köpeğine uzattı. Köpek yerken kafasını geriye doğru çevirdi. Sabahın erken saatlerinde gördüğü lokantanın vitrininde dumanı tüten tezgâhtaki çorbalara özendi. Sonra da köpeğine tekrar baktı. Bir vatandaşın, alüminyum kâsedeki çorbayla yanına bırakılan ekmeğe sevindi. Dileği olmuştu. Bıyık ve sakalları arasında kaybolan solgun dudağıyla gülümseyince gözleri de güldü. Ekmeğini çorbasına bandırıp köpeğine de uzattı.
Isınmıştı…
Ayağa kalktı. Yürüdüğünde köpeği de peşin sıra geliyordu. Kar hızını artırmış, hava gittikçe buz kesiyordu. Yoruldu. ATM’nin yanındaki boşluğa kendini bıraktığında nefes nefeseydi. Uzunca öksürdü. Gelip geçenlerin acınası bakışlarından utanıyordu. Altına kartonları yerleştirdi. Naylon poşetini çıkartıp içine köpeğiyle büzülerek beklese de kar yine de içine işliyordu. Bedeni uyuşuyordu. Bir ara nefessiz kaldı. Naylonunu üzerinden fırlattı.
Görebildiği, tek çatısı gökyüzüydü…
İnsanlar bulanık bir halde gözlerinin önünden umarsızca kayıp gidiyordu. Kimileri önüne bozuk para kimisi de poğaça veya börek türü yiyecekleri paketleriyle birlikte bırakıp gidiyordu. Kadınlara baktı. Birçoğu sevgililerine sımsıkı sarılmıştı. Onları özenerek izledi, iç geçirdi. Karısını koluna girmiş, vitrinlere bakarken hayal etti. Tekrar ciğerleri parçalanırcasına defalarca öksürdü.
Köpeği uyuyordu…
Ayaz kanını dondurmuş, uykusunu getirmişti. Daha fazla dayanamadan cılız vücudunu yana devirdi, gözlerini yumdu. Rüyalara daldı. Karman çorman. Büzülen vücudu tıpkı moloz yığını gibi kardan kaybolmuştu. Köpeği uyanıp havlayınca önünden geçenler öylesine bakıyorlardı.
İki insan durdu, biri kadın diğeri erkekti. Başında beklediler. Hareket yoktu. Köpek sürekli havlıyor, çevresine bir şeyler anlatmak istiyordu. Kadın eğilip karları temizlediğinde titreyen bir adamın vücudunu gördü. İçi sızladı. Üzüldü. Yanındaki adama dönüp “Sanırım evsiz…” diyebildi, duyan yoktu. Yanındaki adam da çömelip saçı sakalı birbirine karışmış adama acınası baktı. O da üzüldü. Kadın, “Nefes alıyor, yüzü donmuş, kıpkırmızı!” dediğinde adam cep telefonu ile “183” ü tuşlayıp karşısına çıkan yetkiliye bulunduğu yerin adresini vererek konuyu anlattı. Beklediler. Çevrede toplananlar bakıyorlardı. Kadın, “Bunların sonu genelde hep alkol, ya da kumardan…” sözüne cep telefonu elindeki adam ‘Evet’ dercesine kafa salladı. Kadın heyecanla anlatmaya devam etti: “… Benim kocam da çok içerdi. Evlendiğimiz yıllar içkili olduğunu anlamamıştım, meğerse gençliğinde alkolikmiş. Benden uzun süre gizlemiş. Aslında kocam zeki bir adamdı. İki yabancı dil bilirdi. İşleri de iyiydi. Bir ara içkiyi ne güzel bırakmıştı, fakat eski bir arkadaşına takılınca sonu iyi olmadı.” Adam:
“Çocuğunuz var mıydı?” Kadın:
“İki kızımız oldu. Şimdi onlar büyüdü. Birisi lise son sınıfta, diğeri ise hukuk fakültesi üçüncü sınıfta.”
“Allah bağışlasın. Eşinize ne oldu?”
“Hiç sormayın, arkadaş çevresine uyunca sabahları bile içki içer hale geldi. İçince kişiliği değişiyordu. Beni ve çocuklarını dövmeye başladı. Patronu da işten kovunca evimize yiyecek alamayacak hale geldi. Belli bir süre annemler yardım etti. Biriktirdiklerimle aldığım bileziklerimi bozdurup geçinmeye çalıştık.”
Çöpçü süpürdüklerini çöp kutusuna boşaltıyor, köpek ise ayaklarını temizliyordu.
Kadın yerde yatan adamın yüzünde biriken karları temizlerken anlatmaya devam etti: “… Kocamın içkisine para yetiştiremiyordum. Kazak örüp satmaya çalıştım ama onu da beceremedim. Yün alacak param bile kalmamıştı. Sonunda durumu aileme anlatmak zorunda kaldım. Daha sonra da çocuklarımla birlikte onların yanına gittim.” Adam:
“Kocanıza ne oldu?”
“Evimizin kirası da birkaç ay birikmişti, ev sahibine durumu anlattık, şükürler olsun ki, adam, kiraları istemedi de bize bağışladı. Öyle böyle bir gün evini boşalttık. Kocamın da gidecek yeri yoktu. Akrabalarıyla da arası bozuktu. Kimse onu içkili halde istemedi. Şimdi nerededir, neler yapıyordur, hiç bilmiyorum…”
İhanet çoktur sokaklarda…
Kar hızını artırmıştı, kadın adamın üzerinde biriken karları temizlerken yüzüne dokundu. Kocasına benzetti. Yüreği acıdı. Sosyal Hizmetlerin aracından inen doktor, hemşire ve yetkililer, yerde yatan adamın yüzünü hep birlikte temizleyip sedyeye aldılar. Adam, ölgün gözleriyle gülümsedi. Bıyık ve sakallarında biriken buzlar da hareket etmiş, kirli kazağına doğru dökülüyordu… Köpek, sedyenin ardınca koşturuyordu. Kadın, sedyeye bakarak uzaklaşırken gözyaşları da karla birlikte yanaklarından süzülüyordu.
Not: Yazırım E-Güven Şirketinde tasdiklenmektedir. İzinsiz kopya edilmesi ve çoğaltılması yasaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder