Çarşaf gibi ucu bucağı görünmeyen deniz, güneşin ışınlarıyla varsıllığına sevinenler gibi şen şakraktı. Kasaba halkı da uzun ve yaman geçen kışın ardından gelen baharın gülümseyen yüzüyle mutluydu. Mavi badanalı iki katlı evin avlusundaki balık ağları bir yığın halinde sundurmanın köşesindeydi. Eskimeye yüz tutmuş sandal ise altlarına eklenmiş kalın odunların üstünde kırmızı boyaları pul pul olmuş ve küreksizdi. Uç kısımdaki italik “Albastros” yazısı da zor okunuyordu.
Balığa çıkanlar erkenden tekneleriyle yol alırlarken, kasabanın birçok insanı güne henüz uyanmamıştı. On yaşlardaki Mert gerinerek avluya ilk çıkan olmuştu. Özenle baktığı siyah saçları günün ilk ışıklarıyla parlıyordu. Pijamasından sarkan fanilasını donunun içine yerleştirdi. Gözlerinin çapağını temizledi. Komşularının horozu boğazını yırtarcasına ötüyordu. Mert avludaki tulumbayı arka arkaya pompalayıp iplik inceliğinde akan suyla yüzünü yıkadı. Bugünün cumartesi olmasına çok sevindi. Terliğini şakırdatarak bir seğirtmede komşuları ve en samimi arkadaşı Süleyman’ın evine gitti. Kerpiç ve tahta kolanları görünen evin avlusundan geçip arka bahçe tarafına dolandı. Yerden aldığı bir kaç küçük taş parçacıklarını pencereye doğru peş peşe fırlatıp bekledi. Arkadaşının duymadığını düşünüp taşı yenileyeceği esnada pencerenin usulca açılmasına sevindi. Yeni ergenliğe giren, dik saçları, denizi andıran mavi gözleriyle sarışın Süleyman, gözlerini ovuşturarak belli belirsiz seslendi:
“Oğlum, sabahın köründe başka derdin yok mu senin?”
“Hani akşamdan sözleşmiştik..”
“Sahi lan.. ben unutmuşum. Hem öyle bir rüya görüyordum ki…”
“Amcaoğlu Hakkı uyuyor mu?”
“He ya!”
“Rüyanı anlatıyordun, hayırdır..”
“Hiç sorma arkadaşım, aklımdan uçup gitti. Sahi uçup gitti deyince aklıma şimdi geldi. Üçümüz denizin kenarında gezerken, birden gökyüzüne doğru uçuyorduk...”
“Bırak oğlum uçmayı da, hadi hazırlanın. Bugün ne yapacaktık? Denize açılıp balıkların hasını avlamayacak mıydık?”
“Tüh unutmuşum.. dur hele Hakkı’yı da uyandırayım.”
“Çabuk gelin ha! Bizimkiler görmeden avlumuzdaki kayığı denize sürüklememiz lazım.”
Mert evlerine nefes nefese gelince kırmızı boyası birkaç yerinde kalmış ve tahtaları çürümeye yüz tutmuş geçen senenin katili kayığa göz ucuyla bakıp içeri geçti. Üstünü aceleyle giyinip akşamdan hazırladığı; domates, salatalık, peynir, zeytin ve birkaç biberin bulunduğu erzakı evdekileri uyandırmandan naylon torbaya yerleştirdi. Kapıyı sessizce çekip çeşmenin önünde arkadaşlarını beklerken yakalayacakları balıkları hayal etti.
***
Babasının belediyeden aldığı maaşla geçinmesi oldukça zordu. Annesinin el kapılarındaki temizlikten yorgun bedeni ve zayıf hali Mert’i üzüyordu. Bir gün babasına ‘okuldan ayrılıp çalışmak istediğini’ söyleyince babasının sert tepkisi tokat gibi suratına patlamıştı. Bu akşam annesine sürpriz yapmak, ona tutacağı balıklarla sevindirmek istiyordu. Elindeki ufak taşları oyun olsun diye kayığın içine atarken arkadaşları da sessizce avludan içeri girmişlerdi. Hep birlikte ferik bedenleriyle kayığın tekerlek vazifesi gören odunlar yardımıyla güçte olsa denizin kıyısına getirebilmişlerdi. Üçünün de damakları kurumuş, neredeyse kalpleri yerinden çıkacaktı. Mert alnında biriken teri silip Hakkı’ya:
“Olta takımlarını inşallah unutmamışsındır.”
“Hiç unutur muyum? Bak şu torbadakilere.. akşama kadar yetecek nevalemiz var.” Süleyman, tombul yüzündeki çarpık dişleri arasından konuştu.
“Ben de bir damacana su aldım. Annemin yaptığı börekler de şu küçük torbanın içinde. Bunlar bizi te.. okyanusa bile götürür…”
Mert soğuyan bedenine gelen üşümeyle bir anda titredi. İçinden “Hayırdır? Herhalde Azrail yokladı.” diyerek, hayra yorumladı. Evlerinden gizlice arakladıkları erzakı kayığın oturma bölümünün altına yerleştirdiler. Süleyman kayığın kıç tarafına geçti. “Eee kürekler nerde?” demeye kalmadan aniden çıkan rüzgârla kayık denizin içine doğru sürüklenmeye başladı. Mert, “Arkadaşlar, önceden söyleyeyim, bu kayığın kürekleri yok. İşte şu iki küçük sopayla idare edeceğiz. Hem ellerimiz de ne güne duruyor! Bakın hava durgun. Evelallah en fazla birazcık ileri gideriz. Haydi hepimize rast gele!” dedi.
Güneş, kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Rüzgâr ise belli belirsiz, arada bir şiddetleniyor, ardından uzun bir süre kesiliyordu. Kayık ise denizin içlerine doğru yol alıyordu. Çocuklar bu durumu hissetmiyordu. Ellerindeki sopaları suya sokup sokup çıkararak kayığı sahil kenarında tutmanın çabası içinde keyifliydiler. Söyledikleri neşeli türkülerin nameleri gökyüzüne aksettiğinde kahkaha tufanı da alabildiğineydi. Zaman geçtikçe binalar arkalarında küçülüyordu. Bir süre sonra kara parçası görünmez olmuştu. Yüzme bilmeyen Hakkı’nın içine korku girmişti. Çevresinde görebildiği; bir kayık, bir de arkadaşlarıyla birlikte denizin heybetli görüntüsüne teslim olmuştu. Arkadaşlarının cesaret dolu hareketlerini görse de korkusunu yenemiyordu. Cılız sesiyle amcaoğlu Süleyman’a seslendi.
“Oğlum korkuyorum! Ya geri dönemezsek!”
“Ne korkuyorsun lan! Üçümüzde altı tane el var. Bir çırptık mı iki dakikada sahildeyiz!”
“Sen öyle zannet, korkuyorum..”
“Bırak gevezeliği de şu takılan oltayı düzeltiver, yoksa boş döneriz!”
Küreksiz kayığın denizin üstünde nereye savrulduğu belli değildi. Güneş bulutların ardına sobe oynayan çocuklar gibi bir saklanıyor bir görünüyordu. Kayık rüzgârın şiddetlenmesiyle yalpalamaya başlamıştı. Mert bu kez korkmuştu. Gökyüzüne bakıp güneşi aradı, bulamayınca küçük ellerini Allah’a yöneltip duasını etmeye başladı. Yalvardı da yalvardı.. Bulutlar ise hızla kayarak kümeleniyordu. Her taraf bir anda geceye yakın bir hâl almıştı. Doğa korkusunu bir kez salmış, deniz coştukça coşmuştu. İki taraftan atılan oltalar, sallanan kayığa rağmen balık bekliyorlardı. Süleyman’ın heyecanlı bağırmasına arkadaşları ürkmüştü:
“Yakaladım! Yakaladım! Büyük bir kısmete benziyor!” Mert:
“Çeksene oğlum çeksene!”
“Acele etmeyin yoksa balık kaçar. Yavaş yavaş çekmek lazım. Açın bakalım misafirinize bir yer! Hani alkış?”
Balık oldukça iriydi. Hakkı’nın oturduğu bölmenin altında parlayan yüzgeçleriyle balığın çırpınması bir süre devam etti. Süleyman balıktan oltayı kurtarıp tekrar denize doğru fırlatınca keyfine diyecek yoktu. Rüzgârın sert esmesine aldırış bile etmiyordu. Hakkı yanağına düşen damlayla ürktü.
“Ben size demedim mi, bu havaya güven olmaz diye!”
“Bu kadar ödlek olma oğlum, telaş yok.. sakin ol”
“Elimde değil! Sanki kötü bir şeyler olacağını hissediyorum.”
Kayık bir ölü, üç canlı bedenle bilinmeyene doğru sürüklenmesine devam ediyordu. Hakkı gözlerini hiddetle açarak “İçimdeki ses, buradan sağ olarak dönemeyeceğiz diyor.” sözünü tekrar edip duruyordu. Mert ve Süleyman ise yüzmeyi bilmenin rahatlığıyla alaysı gülüşlerini sürdürürken rüzgâr daha da şiddetleniyordu. Çocuklar oltalarını çekip kayık içine dolan suyu boşaltmanın yollarını aradılar. Şiddetli yağmurun bardaktan boşalırcasına yağması kayığı gittikçe denizin dibine doğru çekiyordu. Çocuklar avazı çıktığı kadar “İmdat! İmdat!..” diye bağırsalar da çığlıkları denizin boşluğuna doğruydu. Gökyüzünün kararan korkusu her yere sinmişti. Sert dalga kayığı neredeyse bir metre havaya kaldırıp ters çevirince küçük bedenler çil yavrusu gibi denizin üstüne dağılmıştı. Yakaladıkları balık ise yan yatmış çocukların arasında dolanıp duruyordu. Çocuklar uzun süre çırpındılar. Küçük ellerini kayığın kenarına tutmak için çabalasalar da elleri sürekli kayıyor, bir türlü kavrayamıyordu. Batmamak için direndiler, güçsüzdüler. Ellerini bırakınca üçü birden suyun dibine doğru yol alıyordu…
Ölü balık ise denizin üstünde yalnızdı.
***
Kasabada panik vardı. Ateş ise düştüğü evleri yakmıştı. Mahalleli motorlu kayıklarıyla gece gündüz çocukları aradılar. Sahil güvenliğin hücum botu da oradaydı. Onların ‘Umut’ diye, dönüşleri beklendi. Anaları deniz kenarında bitap bir halde çocuklarını beklediler. Gözyaşları denize karıştı. Motorlu kayıkların biri gidip diğeri yorgun ve umutsuzca geri geliyordu. Dalgıçlar derinlere dalıp küçük bedenleri arıyordu. Umudun tükendiği beşinci günde bir motorlu tekne patırtılar arasında cesetlerin ağırlığı ile sahile yaklaştığında motordan inen köyün delikanlısı Yusuf’un başı kalabalığa doğru eğikti. Kasabalı sandalı çevrelemesiyle şişen küçük cesetlere sarılan yakınların feryatları da gökyüzüne isyan ediyordu.
Not: Yazılarım E-GÜVEN Şirketi'nce tasdiklendiğinden izinsiz kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder