08 Ekim 2022

İZOCAM'IN ENSEDEKİ YOLCULUĞU

Lise yıllarındayım. Anarşinin okulları esir aldığı, sınıflarında bile öğrencilerin zulalarında silahların olduğu, okul çıkışlarında belli bir grubun elinde tuttuğu öğrencilerle bağıra bağıra yüründüğü ve birden patlayan olaylarla herkesin polisten çil yavrusu gibi dağıldığı yıllardı… O yıllarda Ankara Cebeci’de Siyasal Bilgiler Fakültesi karşısında 1968 yılında kurulan Doğan Yayınevi’miz vardı. Hem okuyoruz hem de dükkânımızda çalışıyoruz. Ticaret adamı olacağız ya, rahmetli babam bana en uygun okulu bulmuştu. Yüce Atatürk’ün yattığı Anıtkabir’e yakın Anıttepe’deki Cumhuriyet Ticaret Lisesi’ne yazılmışım haberim yoktu. Derslerimiz arasında İktisat, Mali Cebir hatta Mal Bilgisi vardı. Şaşırdınız değil mi? Mal Bilgisi! Hani bazen arkadaşlar birbirine “Oğlum mal gibisin!” diye şakalaşırlar ya işte öyle olanlardan değildi. Böyle ders mi olur da demeyin! Bu ders öyle zannettiğiniz gibi magandalarla ilgili filan bir ders değildi. Komposto, hoşaf vs. nasıl yapılır? Ürünler hakkında teknik bilgiler vardı. Bir nevi Tarım Dersi’ne de benziyordu. Mezun olunca sanki beş yıldızlı otellerde aşçılık yapacağız! Ama ‘Mali Cebir’ adı gibi zor bir dersti. Logaritma, trigonometri, anlayacağınız metre cinsinden ne ararsanız vardı. Neyse dersleri bir kenara bırakalım da işin muziplik tarafına geçeyim. Okul yılları olur da şakalar olmaz mı? Tabi ki olur, hem de en kıyaklarından… Hiç unutulur mu, okul ve askerlik anıları...


Bana sorulmadan yaptırılan kahverengi takım elbisem, (bu rengi, üzerimde nedense oldum olası hiç sevmemişimdir.) geniş kravatım James Bond türü çantamla okula gidiyorum. (O yıllar geniş kravat modaydı. Hatta İspanyol paça pantolonlar da.) Okulumuza yakın bir inşaatın yanından geçiyorum, bir de ne göreyim! Bir köşede yığınla İzocam bana bakıyor. Sanırım yapılacak olan binanın çatısına veya duvarlar arasına döşenip yakıttan tasarruf sağlanacaktı. Neyse nereye döşerlerse döşesinler benim aklımdaki döşenecek yeri yalnızca ben biliyordum. İzocam’dan bir parça alıp çantamdan çıkardığım defterimden bir sayfa koparıp birisine hediye sunulacak kadar güzelce sardım, sarmaladım. İzocam parçasıyla okulda ne yapılır? Laboratuvarda inceleyecek de değiliz, çünkü okulumuzda yalnızca daktiloların bol olduğu bir oda var. Ne yapacağımı merak ettiniz değil mi? Sıkı durun ve okumaya devam edin. İlk dersimiz Mali Cebir’di. Bir sürü hesaplamalar derken rakamlar hiç rahat durmuyordu. Sınıfın içinde dolanıp duruyor beynimizi dağıtmaya yetiyordu! Onlar dolandıkça ben de rahat durmuyordum. Beynimde tilkiler dolanıp duruyordu. Bir muziplik yapmalıydım. Yanımdaki arkadaşımla kıkırdayıp duruyoruz. Konu mu? Şimdilik ortada bir şey yok ama birazdan şov başlayacaktı.

Önümde oturan arkadaşım pür dikkat dersi dinliyordu. Ceketinin enseye yakın olan kısmı öyle bir hal almıştı ki, sanki bir kuyuyu andırıyordu. Yani içine ne atılsa kabul edecek cinstendi. Cebimdeki namussuz İzocam dile gelmez mi? "İlla enseden içeriye gireceğim." diye tutturdu. ‘Yapma etme.’ desem de bir türlü söz geçiremedim. İzocam’ın hatırını kıramayıp, sardığım kâğıttan küçük bir parça bölüp kuyudan enseye doğru hafifçe bıraktım. Çevreme baktım, bazı arkadaşlar dersi bırakmışlar yaptığıma odaklanmışlardı. Aralarında kıs kıs gülenler de olduğu gibi neler olacağını bekleyenler de oluyordu. Artık olaya şahit olmuşlardı. Gözlerimiz öğretmende ciddi ders dinleme pozisyonundayız. Sınıfta çıt yok. Bir süre geçti. Öğretmenimiz kara tahtaya dönüp kosinüs gibi terimleri yazarken önümdeki arkadaş, iki omzunu birden kafası hizasında bir kurbağanın hareketi gibi zıplattı. Sanki tiki varmış gibi bu zıplatma; bir, iki derken gittikçe artıyordu. Onu gördükçe tedirgin olsam da, arkadaşımız öyle hal aldı ki, sanki birisi gizliden kemençe çalıyor, arkadaşımız da horon tepiyor zannederdi. Bir enseye bakıyorum, bir yanımdaki arkadaşıma. Kıkırdamaktan edemiyorduk. Artık öyle hâl aldı ki kıkırdamalar kora haline dönüşmüştü. Önümüzdeki arkadaş, dönüp dönüp bana bakıyor, baktıkça kıkırdamam gülmelere dönüşüyordu. Ellerimle ağzımı kapatsam da gülmem avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Sonunda olan olmuştu. Sınıfın sessizliği bir anda gülme krizine dönüşmüştü. Logaritmaların dili olsa onlar da gülmeden payını alacaklardı. Ama nedense öğretmenimiz bir tiyatro oyuncusu gibi çok ciddiydi. Elindeki küçük çubukla “Beyler, bayanlar, kendinize gelin kendinize! Sınıfta olduğunuzu unutmayın!” diye sertçe tahtaya vurduğunda sopanın çıkardığı ses biran olsun gülme seslerini bıçak gibi kesmişti. Ama arada bir balondan çıkan kabarcıklar gibi gülmeler devam ediyordu. Önümdeki arkadaş artık kendini tutamıyordu. Elini ensesine atıp kaşıdıkça kaşıyordu. İzocam ellendikçe sırtında dağılıyordu. Öğretmenin kartal gibi keskin bakışları bizim tarafa doğru yönelmişti.

“Sana ne oldu oğlum, uyuzlar gibi kaşınıyorsun!”

“Hocam sırtımda sanki bir böcek dolaşıyor gibi…”

“Gel bakayım yanıma.”

Önemdeki arkadaş kaşınarak öğretmenin yanına gitti. Önce ceketini çıkardı. Başladı striptizciler gibi soyunmaya. Bir atletiyle kalmıştı. Kızlar sınıfımızda azdı. Onlarda ilgiyle seyrediyorlardı Arkadaşın eli hep sırtındaydı. Öğretmen atletin boğum kısmından bir parmakla genişletip dürbünden bakar gibi boyun kısmını kontrol etti. Eline aldığı sarı toz parçacıkları cebimde taşıdığım İzocam’ın ta kendisiydi. Arkadaşımın oturduğu yöne, yani bize doğru sertçe, “Kim yaptı bunu? Söylemezseniz bu sınıftan kimseyi çıkartmam!” dediğinde sınıf önce sus pus oldu. Belli ki aramızda ispiyoncu yoktu veya ben öyle zannediyordum. Fazla uzun sürmedi, arkamdaki arkadaş, sanki işkence görmüş de yaşama tekrar dönmek için onurunu satanlar gibi öttü.

“Hocam önümdeki arkadaşım elindeki bir şeyleri arkadaşımın ensesine atarken gördüm.”

İçimden, “Gördün de iyi bok yedin!”

“Sen gel bakayım buraya…”

Başım önümde sırtında atletli arkadaşımın yanına gittim. İkimiz de sınıfa karşıyız. Öğretmen de aramızda. Bir gazetecilere fotoğraf çektirmediğimiz kalmıştı! Arkadaşlar sanki heyecanlı bir film seyretmenin keyfini yaşarlar gibi sırıtıyorlardı. İçimden hep gülüyorum ama dudaklarım isyanda, dışarı belli etmiyordum. Öğretmen, avını yakalamışçasına sertçe sordu:

“Evladım neden yaptın böyle bir şey?”

Doğal olarak susma hakkımı kullandım.

“Bana bak! Susma! Gözlerimin içine bak, sana söylüyorum sana!”

Gözleri barut gibiydi, nesine bakacaktım ki…

“Hocam…”

“Evet, seni dinliyorum…”

“Şaka olsun diye…” sözüyle ilk savunmamı yapmıştım. Avukat filan da bilmiyordum o dönemlerde. O arada hızlı bir tokat suratıma patlamıştı. İçimdeki gülmeler fışkırıp sanki kara tahtaya yapışmıştı. Trigonometriler, logaritmalar beynimde yıldız gibi dolanıp duruyordu. Şiddet bir anda sınıfa da yayılmıştı. Kafam önümde, sınıfta çıt yok. Biraz önce birlikte kıkırdadığımız arkadaşıma göz ucuyla baktım, o da suratını asmış bizi izliyordu.

“Şimdi de arkadaşından özür dile bakalım.”

“Özür dilerim…”

“Geçin yerinize, bir daha böyle şakalar istemiyorum!”

İçimden, “Emredersin komutanım” diyerek yerime geçtim. Yanımdaki arkadaşıma baktım, bir an yüzü çok komik geldi. Önümdeki arkadaş mı? O da hizmetli ile dışarı çıkıp temizlenmeye gitmişti. Gitmişti ama biraz önce yaptıkları gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Sinir boşalmasıyla gülmelerimiz kıkırdayarak devam ediyordu. Allah’tan öğretmenimiz duymuyordu. Ders zili çalınca, kendimi özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm gibi hissetmiştim.

İkinci ders mi?

Mal Bilgisiydi…

Not: Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yazılarım E-Güven Şirketince tasdiklendiğinden izinsiz hiç bir yolla çoğaltılamaz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...