10 Ekim 2022

OTOPSİ ODASINDA BİR GÜN

Hastanenin zemin katındaki dolambaçlı, sakin ve bir o kadar da ürperten koridorlarında annemle birlikte ilerledikçe koşuşturanlar da çevremizde gittikçe azalıyordu. Kalorifer boruları uzun tavan ise basıktı. Havalandırma cihazlarının gürültüsü arasında “Çamaşırhane” ve “Otopsi” yazan yön tabelalarına bakınca dayımın çalıştığı odasına yaklaştığımızı anlamıştım. Bir kıvrım daha dönünce “Otopsi” levhasındaki yazı sırıtmıştı. Biraz sonra göreceğimiz dayımın lakabı ‘Kasap Sadık’tı. Dayım, kalın kaşlı, kahverengi gözleri, önlerden açık ve arkaya doğru kıvırcık saçlarıyla kısa boylu da olsa yakışıklıydı. Otopsi bölümünde göreve başladığı ilk günlerde ortamdan çok ürkmüş. Yıllar geçtikçe ölülerden zarar gelmeyeceğini anlayarak onlarla yaşamayı kabullense de içkiyle gördüklerini yine de unutmak istemiş. Oturduğu semt, Ankara’nın Kaleiçi mahallesiydi. Burasına gecekonduların yoğun olduğu Altındağ da deniliyordu. Ankara’ya ilk geldiklerinde dağın zirve taraflarını seçmişler. Balkonuna oturulduğunda kuş bakışı Ankara, tıpkı uçaktan bakarcasına ayaklar altındaydı. Dayım, eskimeye yüz tutmuş kahverengi deri çantasında taşıdığı metal iğne kutusuyla komşularına iğne yapmaya giderek üç beş kuruş kazanmanın yolunu da bulurmuş. Yanına zaman zaman gitsem de, çoğu kez ona kapı önünden seslenir ve onunla birlikte ölülerin bulunduğu odaya ellerimi at gözlüğü gibi kapatarak bakmadan odasına geçmek istesem de insanın yüzüne vuran serinlikte, krom çelik masa üstünde yatan ölülerin kesilmiş kanlı bedenlerine bakmadan yapamazdım. Bir gün annemle birlikte gittiğimizde yine öyle yaptım. Anneme baktım, korkusu yüzüne vurmuştu ama bana belli etmemeye çalıştığı belli oluyordu. Kapı önünden dayıma seslendim. Yanımıza gelmesi uzun sürmemişti. Odasına birlikte geçtik. Dayım: “Hayırdır?” beklentisine omzumu göstererek top oynarken sakatlandığımı ve mahallemizde bir çıkıkçı kadının sardığı omzumun on beş gündür sarılı olduğunu, kadının sargıyı söktüğünde ağrılarımın halen devam ettiğini, söyledim. Dayım ortopedi bölümünü arayarak doktor arkadaşlarına geleceğini söylerken, gözüm büronun ardındaki bir sürü cam kavanozlara takılmıştı. Ona, “Dayı bunlar ne?” diye sorunca, kolumdan hafifçe tutup yan odaya götürdü. Şu gördüğün tezgâhın üstünde sıra sıra dizilmiş kavanozlarda ölen veya hastalardan alınan organ numuneleri var. Dayım, kavanozlardan iri olanını ayırıp öne çekti. Gösterdiği ciğer, simsiyah ve çürüktü. Dikkatli baktığımı fark edince, “Sigara içiyor musun?” sorusuna “Allah korusun dayı, ben spor yapıyorum, öyle şey olur mu?” diye yanıt verince, “Hani içeyim dersen, ileri de ciğerin bu şekilde simsiyah olur. Anlayacağın gördüğün ciğer kanserli.” sözüyle içim bir tuhaf olmuştu. Kanser sözcüğünü de o yıllarda pek duymamıştım. Biraz ilerleyince derste öğrendiğim ancak göremediğim organları kavanozlarda görebiliyordum. Bir taraftan organları incelerken, diğer taraftan yan odalarda ölülerin kesilip biçildiği ortamı da merak ediyordum. Gözlerimi kaçırsam da, içimdeki ses; “Bak işte ne olacak, bir gün insanlar böyle olmayacak mı?” sorusu arasında merakımı yenip elimle gözlerini kapatmadan baktım. Kafası kesilen yaşlı bir adamın dağılan yüzü krom çelik ölü yıkama tezgâhında boylu boyunaydı. Başucunda yıkama ve kesici aletler sanki görevini yeni bitirmişlerdi. Dayım, “Baktığın bu tezgâhtan kimler geldi kimler geçti. Ahmet Tarık Tekçe’yi bilir misin?” sorusuna “Hayır” yanıtını verince anlatmaya başladı: “İşte şu gördüğün tezgâhın üstünde 300’ü aşkın filmde figüran olarak oynamış, parti başkanına yazdığı bir yazı yüzünden bir yıl hapis yatmış bizim dönemin ünlü tiyatro ve sinema oyuncusuydu. 1964 yılında en korktuğu trafik kazasında hayatını kaybedince onun otopsisine yardım etmek de bana nasip oldu.” Hiç aklıma gelmemişti… “Ölüm” neydi? O yaşlarda insanın aklının ucundan bile geçmezdi ki. Çevremizde büyüklerimiz ölünce, ölümün ne anlama geldiğini ve yakınlarını nasıl yıktığını büyükler cenazelere götürmedikleri için hissedemezdik. Ölümleri yalnızca televizyonlardaki kovboy veya Cüneyt Arkın’ın filmlerinde görürdük. Aslında nasıl doğumumuzla her şey başlamışsa, ölümümüzle her şeyin son bulacağı bir gerçekti. Masanın üstünde yatan yaşlı adam, yaşarken büyük acılar çekmiş miydi? Zamanını iyi değerlendirebilmiş miydi? Hızla akan her saniyenin kendisini bu hayattan alacağını genç yaşlarında biliyor muydu? Yoksa gençliği bir kelebek gibi avuçlarından kayınca mı ölüm aklına gelmişti? Ne yaman bir çelişkiydi ölüm! Yaşlı amca, başka bir hayatın başlangıcına mı yolculuk yapmıştı? Veya gördükleri bir başka dünyanın rüyası mıydı? Doğa nasıl doğup büyüyor ve kıtalar panje sonrası kıtalar olarak parçalanmışsa, bedenlerimizde bir gün paramparça olacak ve toprakta yok olup gidecekti. Ruhumuz ise evrende bir nokta misali dolaşıp duracaktı inancı olanlarca… Sahi ölünce organlarımız belli bir süre canlı kalacak mıydı? Beynimizdeki kanlar çekilinceye kadar rüya âlemini yaşayacak mıyız? İyi bir rüyada iken uyandığımızda hayatın acısıyla karşılaşmak ölümle eş değer miydi? İşte boynumuzun kıldan ince olduğu durumlar… Hayatınız nasıl geçiyor? Hep ıstıraplı mı? Yoksa umutlarınız mı var yarınlara? Aslında her gün yaşadığımız günün dünden ne farkı var ki? Veya gelecekteki beklentilerimiz mi damağınızdaki tadı değiştirecekti? Daha keşfedilmeyen bir tadı mı yakalamak istiyoruz? İnsanlar olarak ne yapmaya çalışıyoruz. Kalbimiz attığı için mi mecburen yaşamak zorunda kalıyorduk? Sahip olmak, her şeye… Olduk diyelim, ölmek, işte bu amca gibi yaradılışımızın kanunuydu. Bir hiçlik yaşadığımızı ve ölümle karşılaşacağını o da gayet iyi biliyordu, tıpkı idam mahkumları gibi. Fırtınalardan korkup depremlerde sarsıldı. Ölümleri gördü ve kendinde benzetti. “Tövbe! Tövbe!” diyerek Azrail’i kovaladı… Ve bilmediği bir yerde, bilinmeyen bir diyarda birkaç metrekarelik mezarı vardı veya yoktu. İşte biz de oraya doğru koşuyorduk. Hem de son sürat. Ah! Neler düşünüyorum otopsi odasında! Uzaktan duyduğum ince sesler gittikçe yaklaşınca içimde bir korku belirmişti. Yoksa gaipten sesler mi işitiyordum! Sessizliği bozmak için dayıma ilginç gördüğüm kavanozun içindekini sordum. O da, “Cenin” yanıtını vermişti ama onun ne anlama geldiğini bilmiyordum. “Sahi dayı, o küçük yaratık da ne?” diye sorumu tekrarladığım da bana bir doktor edasıyla; “Anne karnında oluşan küçük bebeğin oluşumu” sözüne şaşırmıştım. İnsanoğlu bu kadar küçük müydü? Şaşırmıştım. Ölülerin sessizliğini dayımın anlattıkları bozuyordu. Diğer sesler de neyin nesidir? diye, düşünmeye başlayınca kapıda beliren beyaz önlüklü yaşlı, kalın çerçeveli gözlüklü adamın ani girişiyle korkmuştum. Yüzümün renginin değiştiğini gören dayım, “Korkma, o hastanemizin profesörü” sözüne rahatlamıştım. Ardından gelenler ise talebeleriydi. Dayım, merakını gidermek için, “İnşallah seni de bir gün böyle beyaz önlükler içinde görürüm.” sözünün ardından öğrenciler, hocalarının anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve notlarını alıyorlardı. İşte o zaman dayıma neden “Kasap Sadık” dediklerini daha iyi anlıyordum. Omzum mu? Annemle yaptığımız bu ziyaretten sonra kolum bir ay daha alçıda kaldı. Bu arada matematikten o yıl kalsam da, yılsonu büyük bir azimle çalışarak yüksek not alarak sınıfımı geçmiştim. Dışarı çıkınca ölümü unutmuştum. Yaşamıma kaldığım yerden devam ediyordum.

Not: Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yazılarım E-Güven Şirketi'nce tasdiklendiğinden izinsiz hiç bir yolla çoğaltılamaz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...