30 Eylül 2022

YIRTILAN ROMAN

"Hey! Hey!” diye arkalarından bağırsa da eşinin içinde olduğu bacanağın aracı sokağı dönüp çoktan uzaklaşmıştı gecenin henüz güne başlayan ilk saatlerinde. Yazar, yolcu edip hemen eve girerim düşüncesiyle üzerine herhangi bir kazak veya mont türü giyecek de almamıştı. Aracın sokağı dönmesiyle eve dönerken anahtarı aradı, bulamadı. Telefonu da yoktu. Şaşkınca apartmanlarına doğru bakındı, pencerelerde ışık göremedi. Telaşlandı. Araç fazla uzağa gitmeden mutlaka telefonla arayıp eşine haber vermesi gerekiyordu. Neyse ki üst komşularının solan ışığının yanmasına sevindi. Dış kapıya hızla geldiğinde nefes nefeseydi. Apartman girişindeki üst komşu ziline dokundu, dokunmak zorundaydı çünkü başka çaresi yoktu. Bir süre bekledi. Kapı otomatı büyük bir gürültüyle açılınca demir kapıyı itekleyip hızla birinci kata yöneldi. Kapı ziline dokunduğunda ardında ayak seslerini işitti. Merceğin ışığı kararınca yazar kendisini merceğe ortalayıp “Komşu açar mısın?” dediğinde kapı usulca açılmıştı. Komşu uykulu gözlerini ovuşturarak konuştu:

“Hayırdır komşu, iyi misin?”

“Eşimi yolcu ettim, anahtarı ve telefonumu yanıma almayı unutmuşum, telefonunuzu kullanabilir miyim?”

Komşu “Tabi ki,” diyerek, telefonunu getirip verdi. Yazar tuşlara dokunurken heyecandan elleri titriyordu. Bir an eşinin telefon numarasının son iki rakamını anımsayamadı. Aracın gittikçe uzaklaştığını düşünerek aklına gelen numaraları tamamlayıp yeşil tuşuna basıp bekledi. Telefon uzun süre çaldı. Yanıt alamayınca “Komşu kusura bakmayın, gece yarısı sizi de rahatsız ettim.” sözü arasında beklerken eşi, nihayet yanıt vermişti. Piyangodan para çıkmışçasına sevindi.

“Efendim aşkım?”

“Dışarıda kaldım, anahtarı unutmuşum.”

“Hemen dönüyoruz. Telefonum sessizdeydi, sosyal medyaya bakarken aradığını gördüm, yoksa epey yol alacaktık.”

Yazar komşuya teşekkür edip gitmek üzereyken, “İsterseniz eşiniz gelinceye kadar bizde kalın. İki laflarız.” teklifini, ‘rahatsız ederim,’ düşüncesiyle kabul etmeyip dışarı çıktı. Ay bulutların arasına gizlenmişti. Birkaç yavru kedi yan apartmanın uzunca bahçesi arasındaki çalılıklarda miyavlıyorlardı. Yazar üşümemek için olduğu yerde birkaç kez hareket yaptı. Köşe başından görünecek araca odaklandı. Aşağıya doğru karşılamak için yürüdü. Hafif meyilli yere geldiğinde park eden bir aracın kımıldadığını gördü. Sokak lambasının sarı ışığı, aracın şoför bölümünü oldukça aydınlatıyordu. Baktı, kimseler yoktu. Yanına gitti, elini cama gölgelik yaparak arka koltukları inceledi, koltuklar boştu. Hemen arka tarafa geçip sırtını bagaja yüklediğinde, araç durmuştu. Bıraktığında milimlik hareketleri ile kayıyordu. Anlam veremedi, yoksa ufak bir deprem mi harekete geçirmişti? Hafif esen rüzgâr yapar mıydı? Mümkün değil, bu durum eşyanın tabiatına aykırıydı. Tekrar yüklenip çevresine bakındı, bir Allah’ın kulu sokaktan geçmiyordu. Aracın karşısındaki ev villaydı ve uzun zamandır boş ve penceresinde ‘Kiralık’ yazısı vardı. Onun karşısındaki çok katlı iki apartmanın bulunduğu site, bahçesi ve araç park alanı ile uzaktı. Pencerelerden bakanlar olsa bile aracı seçmeleri zordu. Yalnızca bir ev kalıyordu, onun da tek odasında kırmızı bir gece lambası perdeye soluk bir ışık yayıyordu. Oradan bir bakan olsa, “Bu adam aracın yanında ne yapıyor? Yoksa oto hırsızı mı? Acaba polisi arar mıydı?” diye, düşünmeden de edemedi. Polisler gelmiş olsa, ispat etmeye çalıştığında inanırlar mıydı? Bir sürü sorular ve belirsizlik beyninde dolaşıp durdu. Belki de giysilere bakıp bu saatte deli midir, nedir, diye, sorgulanmak üzere karakola götürürler miydi? Belli olmaz, belki de alırlardı. Gecenin bir yarısı insanları evlerinden almıyorlar mıydı? Aracı yalnızca irice bir taşın durdurabileceğini düşünerek etrafına bakınıp durdu. Kapılar açık olabilir miydi? Araca sıkıca tutunarak arka kapıyı yokladı, kilitliydi. Bütün düğmeler gömülmüş bir haldeydi. Bir hamleyle ön kapının kulpunu sıkıca tuttu. El frenine baktı, yukarı doğru belli belirsiz çekilmiş bir haldeydi. “Tutmuyor olabilir.” diye, aracı tutmaya devam etti. Kendi kendine “Gecenin bir yarısı takoz da olduk ya…” sitemiyle söylenip durdu. Bir Allah’ın kulu inat etmişçesine sokaktan geçmiyordu. Bekçiler nerelerdeydi? Gece vardiyasından dönen yok muydu? Veya şehirlerarası yolculuk yapıp evlerine dönenler, nerelerdeydi? Duyulan yalnızca hafif esen rüzgâr ve yaprakların hışırdamasıydı.

Bacanağın aracı köşeden dönmesine sevindi. Omuz verdiği araçtan ayrılmadı. El ve ayaklarını kaldırarak haber verdiğinde bacanağı fark etmişti. Pencereden kafasını uzatıp seslendi.

“Hayrola bacanak, ne bu hâl?”

“Hayır, hayır.. sizi beklerken aracın geriye doğru hareket ettiğini gördüm. Bıraksam yola kadar inecekti. Dakikalarca omuz verip duruyorum. Bir taş bul da beni kurtar şu takozluktan!”

Banacağı gülümsemeler arasında çevreden arayıp bulduğu irice bir taşı getirip aracın arka tekerleğine yerleştirdi. Eşi ve ablası da gülümsüyordu. Anahtarı teslim edip tekrar vedalaştıklarında aracın arkasında oturan eşi, uzaklaşıncaya kadar el salladı. Aracın stop lambaları sokağın sisine ışıklarını bırakarak köşeyi döndüğünde kaybolmuştu.

Yazar eve girince yaşadıklarına inanamadı. Söndürdüğü çayın altını tekrar yaktı. Odasına geçip bilgisayarda yarım bıraktığı romanına bir süre daha devam etti. Çay demlenmişti, içtiği iki bardaktan sonra ilikleri de ısınmıştı. Yazdığı romanın kahramanlarından Yaşar İzmirliydi. Tıp fakültesinde okurken peşinden koştuğu Nergis ise Diyarbakırlıydı. İkisi de Dicle Üniversitesinden doktor çıktıklarında aynı hastanede göreve başlamışlardı. Nergis Jinekolog olurken, Yaşar ise dâhiliye doktoru olmuştu. Evlenmeye karar verdiklerinde Yaşar’ın katı ve kuralcı annesi, terör ve farklı kültürü bahane ederek evliliklerine şiddetle karşı çıkacaktı. Sur’da operasyonlar devam ediyordu…

Yazarın gözleri ağırlaşmak üzereyken yazdıklarını flash bellek’e yükledi. Bir keresinde yüklemeyi unutmuş ve yazdıkları bilgisayardan uçup gitmişti. Bilgisayar uzmanı tanıdıklarını çağırsa da yazıyı getirmeyi başaramamışlardı. Giden altmış sayfanın ardından bir süre gözyaşları dökmüştü. Flash Belleği bilgisayar kasasından çıkartıp yatağına geçti. Yattığında saat 03.20’yi gösteriyordu. Bir süre yarın yazacaklarını kurguladı. Romanın sonları da yaklaşıyordu. Yarın Yaşar’ın annesi iktidara yakın tanıdıklarını devreye sokturup tayin yolu ile oğlunu İzmir’e getirtecek ve burada zengin bir kızla nişan yapacaktı. Yaşar bunalıma girmeli ve odasına kapanmalıydı. İntihar etmeli mi yoksa etmemeli miydi? Kurgularla boğuşurken uyuya kalmıştı.

Sabah telefonu çalınca yarım göz ucuyla baktı, Almanya’ya ablasının yanına tatile giden eşiydi.

“Aşkım, oğlum aradı durumu iyi değilmiş, ateşi yükselmiş. Ben burada ne yapacağımı bilemiyorum. Keşke yanında olsaydım, tüh!”

“Sakin ol, bir de sen hastalanma!”

“Hemen gitsen iyi olur.”

“Tamam, birazdan yola çıkarım. Merak etme sen, çabuk iyileştiririm oğlumuzu.”

“Giderken ateş ölçer ve evdeki ateş düşürücü ve gıdalı yiyecekler al.”

“Sen merak etme aşkım.”

Yazar telefonu kapattıktan sonra oğlunu aradı.

“Oğlum neden bana haber vermedin? Annen uzakta üzülmeseydi.”

“Ba-ba… “

“Sesin neden öyle?”

“Kendimi iyi hissetmiyorum. Ateşim çıktı, halsizim ve yataktan çıkamıyorum.”

“Arkadaşın yanında mı?”

“Okula gitti, öğleden sonra saat dörtte gelecek.”

“Bir şeyler yiyebiliyor musun?”

“Arkadaş hazır çorba yapmıştı ama onu yiyecek durumda değilim.”

“Hemen geliyorum…”

“Gerek yoktu… Ge-çer…”

“Sesin iyi değil, üç saate ordayım.”

Yazar hemen giyinip küçük bavuluna gerekli eşyalarını yerleştirip aracı ile yola koyuldu. Telefonun navigasyonunu oğlunun kaldığı üniversiteye yakın mahalleye girdiğinde açtı. Zili çalıp bir süre bekledi. Oğlunun “Açıyorum baba…” sözleri cılızdı. Oğlu kapıyı açtığında ayakta duracak hali yoktu. Yazar onu tutup yatağına kadar götürdü. Evden getirdiği dereceyi bavuldan çıkartıp ölçtüğünde otuz sekiz dereceye yakındı. Bulduğu bir bezi çeşmede ıslatıp küçüklüğünde yaptığı gibi alnına koydu. Bir başka bezi de bileklerinde gezdirdi. Üstündekileri çıkartıp oğlunu atletle bıraktı. Bir bardak su doldurup kafasına destek yaparak içirdi. Tezgâha geçti, oldukça dağınıktı. Tencerede kalan makarnalar kurumuştu. Tavanın etrafı yanıktı. Bulaşıkları yıkayıp tezgâhı son bir kez temizledi. Getirdiği tarhana ile çorba yaptı. İçine bolca sarımsak doğradı. Çorba piştiğinde üzerine nane ve karabiberi tereyağında karıştırıp ilave etti. Tabağa koyduğu çorbanın bir süre soğumasını bekleyip oğluna elleriyle içirdi. Tıpkı küçüklüğünde yaptığı gibi… Oğlunun gözlerine baktı, solgundu. Ateşten büzüşen dudakları arasından mırıldandı.

“Babam iyi ki geldin, iyi ki varsın.” sözleri arasında çorba bitmişti.

“Şimdi şu ilacı da içtiğinde terleri nasıl atıp rahatlayacaksın.”

Oğlu ilacını içip gözlerini yummuştu. Yazar sürekli ateşini kontrol ederek ıslatıp getirdiği bezleri alnına, el ve ayak bileklerine koyarak rahatlamasını sağlıyordu. Son kez ateşini ölçtüğünde otuz yedi dereceden az olması oğlunun gözlerini açtırmıştı. Gittikçe ateşi düşüyor ve ayağa kalkacak hâle gelmişti.

“Baba var mısın bir tavlaya? Buraya gelirken en son galip bendim. Rövanşı almak ister misin?”

“Boynuz kulağı geçti desene, iyi öğretmişim, he?”

“Babam benim, senin gölgen yeter, gölgen… Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni oğlum!”

Yazar birkaç gün daha kaldığında oğlu okuluna gidip geliyordu. Geldiğinde yemekleri hazır oluyordu. Artık dönme vakti gelmişti. Oğluna harçlığını verip geri döndüğünde arka bahçede onu bekleyen iki kedi miyavlayarak yanına gelmişlerdi. Bavulun etrafında dolanan kedilerin serenatları arasında içeri girdi. Mutfağa geçtiğinde kapı önündeki kediler mama bekliyorlardı. Yazar dolaptan aldığı salamlardan birini önce siyah beyaz ardından sarı kediye bölüp bölüp verdi. Kediler salamın paketini bitirdiklerinde uzaklaşıp patilerini temizlerken, yazar üstünü değiştirip ocağa çaydanlığı yerleştirdi.

Havalar soğuyordu. Aralık ayının sonları yaklaşmış, yılbaşına da üç gün kalmıştı. Kedilere baktı, yalnız değillerdi. Onların tek dertleri yiyecek bulabilmek ve soğuk günleri atlatarak ilkbahara çıkabilmekti. Yazar apartmanın deposundan uygun bir koli ile hava kabarcıklı naylon buldu. Bir kedinin girebileceği kadar bir delik açtı. Naylonu çevreleyip koli bandı ile birkaç kez dolandırdı. Ardından eşinin ayırdığı kullanılmayan kazaklardan geniş olanını alıp kutunun üstüne geçirdi. Harika bir yuva olmuştu. Onu balkonun en son kısmına yerleştirip kedilere baktı. İki kedi birlikte içeri girmiyorlardı. Oysaki ikisi de kardeştiler. Siyah beyaz kedi hep dışarıdaydı, aslında kimseye yanaşmıyor ve sevilmek istendiğinde dilini dışarı çıkartıp hırçın hırçın geriye kaçıyordu.

Kar taneleri hava kararmaya başladığında sokak lambasının sarı ışığında görünüp yerlere düşüyordu. Bahçedeki kısa bodur çam ağaçları üstüne düşen kar taneleri ise pırıl pırıl parlıyordu. Bu gece yılbaşıydı. Yazar gündüzden aldığı rakısı dolapta soğuyordu. Hazır aldığı mezeleri de tabaklara yerleştirdi. Kendine bir masa hazırladı. Eşinin akrabalarına gitmek istemedi. Bu gece yalnızlığı ile baş başa olmak istedi. Mutfak sıcaktı, kapısını hafifçe araladığında sarı kedi içeri girmiş etrafta dolanıyordu. Ona pişmiş tavuğun butlarından bir kaçını piknik tabağına bıraktı. Diğer kedi için de hazırlayıp yuvanın yanına bıraktı. Kediler yemeklerini yerken yazar da yemeğine başlamıştı. Rakısından ilk kadehi içtiğinde yılın bitmesine kırk dakika vardı. Manzara dışarıda harikaydı. Binalardan yansıyan ışıklar, etrafı tablo güzelliği haline getirmişti. Siyah kediye baktı, ortalıkta görünmüyordu. Belli ki yuvaya girmişti. Sarı kedi mutfak kapısından ayrılmadı. Yazar, onu içeri aldı. Birlikte çalışma odasına geçtiler. Yazar bilgisayarını açıp “Elma Şekeri” adını verdiği roman dosyasını tıkladı. Dünden kurguladıklarına devam etti. Kedi, elbise dolabı önündeki açılır-kapanır koltuk türü sandalyeye geçip kuyruğunu bacaklarına doğru kıvırıp oturdu. Bir süre sonra da içerinin sıcaklığından uyuya kalmıştı.

***

Roman kahramanı Yaşar, içine kapanmış bir halde odasından hiç çıkmıyordu. Birkaç duble viskisinden alıp en ağır depresyon ilaçları avucuna tek tek boşaltıp içtiğinde komaya girmişti. Babası aşağı kattan birkaç kez bağırsa da yanıt alamayınca oğullarının odasına eşiyle birlikte gittiklerinde, Yaşar yatağında hareketsiz ve ağzından köpükler geliyordu. Babası telefonun tuşlarına zor dokunup ambulans çağırmıştı. Beş dakika sonra Yaşar hastaneye kaldırılmıştı. Annesi de bayılmış, acilde oğluyla birlikte yan yana yatıyorlardı. Yaşar’ın durumu ağırdı. Yoğun bakıma alınmıştı. Nergis, Yaşar’la konuşmamasına rağmen yine de uçağa atlayıp sevgilisinin yanına gitmiş ve yoğun bakımda ellerinden tutarak kulağına sevgi sözcüklerini fısıldayıp hayata döndürmenin yollarını aramıştı. Küçük bir parmak kıpırdatması umut olsa da Yaşar hayatına gözlerini yummuştu. Yazar, daktilonun başından hızla salona gitmiş, hiç tanımadığı kahramanının ölümüne hıçkıra hıçkıra ağlamıştı, tıpkı Dostoyevski gibi. O da bir romanında kahramanını öldürmüş ve kapı çalındığında bakmış, gelen arkadaşıydı. “Üstat neden ağlıyorsun?” diye, sorduğunda ona, “Kahramanımı biraz önce öldürdüm, ona ağlıyorum.” demişti.

Nergis sevdiğini toprağa verdikten sonra Diyarbakır’a dönmüş, bir ay sonra Yaşar’ın yıllar önce tatil için gittiği Ege Denizindeki Yunan adası Santorini’ye gitmeye karar verdi. Onun orada kaldığı otelden yer ayırttı. Konuştuğu yıllarda bahsettiği tepeye gitti. Bir ara kendisini denizin boşluğuna bırakmak istese de annesinin çığlıkları kulaklarını tırmalayınca, vazgeçmişti. Dönüşte Yaşar’ın evine uğrayıp yatalak annesinin kulaklarına çok anlamlı sözler fısıldayacaktı. Roman bitmişti… Yazar, koltuğunda geriye doğru yaslanıp ellerini ensesine yerleştirdi. Dosyasını flash bellek’e aktardı. İşin zorluğu yeni başlıyordu. Yazdıklarını satır satır okuyup fazla sözcükleri atarak düzeltmelere geçecekti. Ardından yakın bir dost editör bulabilirse dosyayı gönderecekti. Çünkü profesyonel editöre verecek parası yoktu.

Yazar günlerce roman üstünde defalarca çalıştı. İmlaları düzeltirken satırların en okunur haliyle uğraştı. Mail yolu ile gelen düzeltmeleri de tamamladıktan sonra sıra yayınevlerine göndermeye gelmişti. Yazar, yayınevlerini tıpkı, futbol liglerine benzetti. Ünlü yayınevleri onun için süper ligiydi. Onlara ulaşmak ve dosyayı beğendirmek deveye hendek atlatmaktan zordu. Çünkü piyasaya yeni giren bir arkadaşı, yazdığı kalın bir polisiye roman dosyasını ünlü bir yayınevine göndermiş ve aldığı yanıtta, “Eserinizi beğendik ama biz yazarın eserinden önce onun ünlü olup olmadığına bakıyoruz.” demişlerdi. Ünlü yayınevlerinin ortak yanıtları genelde, “Dosyanızın incelenmesi bir kaç ay alabilir.” şeklindeydi. Daha sonra gelen yanıtlarda, “Eseriniz incelenmiş olup, yayın politikamıza uymamaktadır. Bundan sonraki eserlerinizde başarılar dileriz. Saygılarımızla / İmza.” Bir başkası, “Biz kendi yazarlarımız ile çalışacağız.” şeklinde oluyordu. Yazar, gelen yanıtlara üzülse de edebiyatta yılgınlığa yer olmadığını, zira tarihte birçok ünlü yazar bu yollardan geçtiğini düşünerek çalışmalarına devam ediyordu. Adını duymadığı yayınevlerinden gelen basım tekliflerinin birçoğu da ya beş- on kitap vermek veya ikinci baskıda telif verme şeklindeydi. Onu da basmıyorlardı. Birçoğu da para karşılığında basmayı istemeleriydi. Onları kabul etmeyip dosyasını bilgisayarda saklamayı yeğledi.

Yazar sabah erkenden uyandı. Haftalık köşe yazısını yazıp sürekli yazdığı siteye gönderdi. Telefonu mutfakta çalınca koşup açtı.

“Hayatım iyi misin? Bugün seni rüyamda gördüm.”

“İyiyim hayatım. Hayırdır nasıl bir rüyaydı?”

“Neyse boş ver… İyi misin?”

“İyiyim dedim ya… Kediler yalnızlığıma ortak oluyor. Siyah olanı hiç yaklaşmıyor ama sarı olanı benimle birlikte. Kerata tam bir oyuncu. Yazı yazarken tepemde geziniyor. Geceleri benimle kalıyor. Sabah saat beşte sanırım tuvaleti gelmiş olacak ki, uyurken bana dokunuyor. Ben de dışarı çıkartıyorum. Akıllı namussuz!”

“Onları çok özledim. Yuva yapmışsın, sevindim. Hiç olmazsa soğuklarda üşümezler. Yemeklerini ihmal etme. Biz de ablamla Berlin’in Kürfirstendamm denilen bir yerine gidiyoruz. Yılbaşı hazırlıkları her tarafta ışıl ışıl… Önceki gelişimizde sen de görmüştün. Ablam kapıda bekliyor, görüşürüz hayatım. Kendine iyi bak.”

“Tamam aşkım, iyi eğlenceler. Beni merak etme. Oğlumuzu da arıyorum, durumu gayet iyi. Arkadaşı ile şakalaşıp duruyorlarmış. Notları da çok güzel…”

Yazar, telefonu kapatıp çaydanlığın altına su koyarak ocağı yaktı. Buzdolabındaki kahvaltılıkları çıkarttı. Piknik tabaklarına dünden kalan yemekleri koyup kedilerin bulunduğu kutunun önüne bıraktı. Dönüşte salon penceresinden onları seyretti. İkisi de yemeklerini sorunsuzca yiyorlardı. Kapta suları azalmıştı. Gidip suyu ılıklaştırdı. Siyah kedi uzun süre içip yuvasına girdi. Sarı kedi, kapının önünde, “Kapıyı açar mısın?” dercesine patileriyle kapıya yükleniyordu. Yazar içeri aldığında saat dokuzu otuz altı geçiyordu. Telefondan You Tube kanalına girerek yandaş olmayan haber kanallarından birisini açtı. Kahvaltısını bitirmek üzereyken telefonu çaldı. Arayan Cengiz Bey’di. Onunla bir markette kasa önünde tanışmışlardı. Cengiz Bey tuhafiye dükkânlarının biraz ilerisindeki parkın karşısında olduklarını ve oraya beklediğini söylemişti. Doğaçlama şiir yazıyor, yazdıklarını da okuyordu. İleri de şiirlerini kitaplaştırmayı düşünüyordu. Eşi ise yan dükkânlarında hem tuhafiyeye bakarken terzilik de yapıyordu.

“Üstat hemen gelirsen iyi bir hikâye var. Hatırlarsan sana daha önce de bahsetmiştim. Çay da hazır.”

“Sofrayı toplayıp hemen geliyorum.”

Cengiz Bey’in bulunduğu dükkânı yürüyüş ve çocuk parkı karşısındaydı. Dükkânın önü genişti. Buradaki uzunca bir masada gelen dostlar hem çaylarını içiyorlar hem de sohbetlerini yapıyorlardı. Bazen de komşuların getirdikleri yiyeceklerle ziyafet çekiliyordu. Gelen gidenleri de çoktu. Dostluk ve misafirperverlikleri, seksenli yıllarının o güzel günlerini anımsatıyordu.

“Selam dostum.”

“Gel bak seni kiminle tanıştıracağım, Bu ağabeyimiz ordudan emekli. Bir kuvöz operasyonu anısı var, tam romanlık, belki de filimlik… ”

Adam yaşadığı olayı bir çırpıda anlatmıştı. İlginç bir hikâyeydi. Adamın prematüre bir çocuğu olmuş. Beyincik ve sırt kısmında iki büyük ur varmış. Bunların mutlaka en kısa sürede ameliyatla alınması gerekiyormuş. Ama o yıllarda söz konusu cihaz hiçbir hastanede yokmuş. Adam, oğlunun tedavileri için gitmediği doktor ve şehir kalmamış. Birkaç kez yapılan ameliyatlara büyük paralar harcamış ve neyi var neyi yok tüketmiş. Bankalara ve akrabalarına da oldukça borçlanmış. Artık öyle bunalıma girmiş ki, intihar edecek duruma gelince, denemiş ama kurtulmuş. O cihaz çocukluk arkadaşı tarafından İngiltere’den gönderilip gümrükte beklerken bir şekilde bebeğin kaldığı hastaneye nakledilmiş. (Onu kurgularla farklılaştırabilirdi.) Yaşantısını da arada anlattığında ortaya ilginç bir romanın çıkacağını beyninde kurgulayan yazar eve geldiğinde o beyaz sayfanın karşısına bir kez daha geçmişti. Gerçi üç çalışması farklı yayınevlerinden ünlü olmasa da para vermeden bastırılmıştı. Hatta birisinden aldığı iki yüz lira çok önemliydi onun için. Bu dosyasının da ‘Elma Şekeri’ adını verdiği roman çalışmasının akıbetine uğrayabileceğini bilerek yine de tuşlara dokundu. Romanın ilk satırları şöyle başlamıştı:

Planlandığı gibi Sikorsky UH-60’ların motorları öğleye bir saat kala eş zamanlı çalıştırılmıştı. Ardı ardına duran üç Karaşahin’in pervaneleri durmaksızın hızlanıyor, dönerek savurdukları hava ortalığı toz dumana karıştırıyordu. Motorların kulakları tırmalayan gürültüsü saniyeden saniyeye yükselirken söylenenleri duyup anlamamız için bağırarak konuşuyorduk. Ciddi bakışları üzerimizden düşmeyen komutanın, “HAYDİ BAKALIM ÇOCUKLAR!” diye bağırması üzerine harekete geçmiş, her helikoptere beşer kişi atlayıp kapıları sürgülemiştik. Sekiz saattir bekleyip tetikte olduğumuz an nihayet gelmişti ve saniyeler içinde kendimizi gökyüzünde bulduk. Hedefimizde Güçlükonak, Cizre ile Siirt arasında kalan Küpeli Dağı vardı. Aldığımız emir ise, İHA’ların gece yarısı yerlerini tespit ettiği terörist grupları ve yerlerini imha etmekti.

Komutum altında olan komando eri Yusuf, “İnşallah o pislikleri yerlerinde buluruz, Komutanım?” derken koltuğun kemerini bağlamakla müşküldü. “Bir tarafa gitmemişlerdir, değil mi?”

Hemen sağında oturan Bayburtlu Mehmet, “Kıçları ağırdır onların,” dedi dudak kenarından sırıtırken. “Fazla uzaklaşmış olamazlar...”

Karşımda oturan bu gencecik ama barut yutmuş kadar zehir zemberek olan çocukların moralinin yüksek olması iyiydi. En genci yirmi üç, en büyükleri ise yirmi altı yaşındaydı bu beş gencin. Nasıl başarıyorlar bunu diye, düşündüm. Bu kadar zorluklar karşısında şen şakrak görünmeleri, hiçbir koşul ve şartlardan şikâyetçi olmamaları, ölümle dalga geçercesine görevlerini itiraz etmeden yerine getirme arzuları inanılır gibi değildi. Acaba dünya üzerinde vatanı ve bayrağını bu denli sevip bağlı olan başka bir toplum var mıydı?

Başımı salladım Bayburtluyu onaylarcasına. İstihbaratı almamızın üzerinden fazla zaman geçmemişti ve o engebeli arazide fazla uzaklaşmak veya yer değiştirmek kolay olmazdı. “Merak etmeyin,” dedim dinç görünmeye çalışarak. “Bugün her birinize yeterince eğlence çıkacak!”

Hedeflediğimiz bölgeye ulaşmak için gökyüzünde yirmi dakikaya yakın süzülmemiz gerekiyordu. Karaşahin, alçalmak ve inişe geçmek için burnunu aşağı dikmişti ki kokpitten, “FÜZE-E…” diye bağıran gergin bir sesle birdenbire irkildik. Hemen dönüp camdan baktım. Üzerimize yaklaşan lanet olası şey güdümlü bir füzeydi ve hedefinde biz vardık. Durumu bizden önce fark etmiş olan Pilot Binbaşı, helikopteri birdenbire yan yatırıp burnunu havaya dikti. Ne olduğunu anlamamıza fırsat kalmadan UH-60’ın içinde ipleri çekilen kukla bebekler gibi sarsılmaya, sağa sola savrulmaya, baş aşağı dönmeye başladık. Füze her an hedefini bulacak, hepimiz paramparça olacaktık. Karaşahin’in pervaneleri tam gaz dönüyordu ki kuyruk ucunda işittiğimiz bir gürültüyle irkildik ama bir patlama gerçekleşmemiş, füzenin hedefinden kurtulmayı kıl payı başarmıştık. Planlanan noktaya inmeden, operasyonu başarıyla tamamlamadan kimseye kolay pabuç bırakacak değildik ama tepe aşağı yatan helikopteri toparlamak kolay olmayacağa benziyordu. Bizi ıskaladığını sandığımız kahrolası füzenin helikopterin kuyruk pervanesini dağıtmış olduğunu daha sonra öğrenecektik. Eksenimizde hızla dönerek yalpalıyor, irtifa kaybediyor, Karaşahin’i doğrultmak mümkün olmuyordu. Soğukkanlılığını koruyan Pilot Binbaşı, “Merak etmeyin arkadaşlar,” diye bize doğru bağırdı. “Varsa kaderimizde verecek bir canımız, veririz…” dedi. “Ama bugün birkaç pisliğin canına okumadan ölmek yok bize…”

Yazar yatağına uzandığında kedi de yanına kıvrılmıştı. Kurgular beyninde dolaşmaya başlamıştı. Kahramanı Doğu’da görev yaptıktan sonra Almanya NATO Üssünde görevlendirilebilirdi. Eşi hamile olabilir ve orada aynı site içindeki arkadaşının Alman komşusu bir kadın ona ilgi gösterebilirdi. Karısını doğum için Türkiye’ye annelerinin yanına gönderebilirdi. Mezun olduğu Askeri okulunda görev alabilir ve bebeğinin tedavisi için yıllar öne öğrendiği köftecilik mesleğini icra etmek için bir el arabası alıp bir Başçavuşun oğluna emanet ederek çalışabilirdi. Bebeğine lazım olacak kuvöz cihazını İngiltere’den getirtebilirdi. Ama gümrükten onu o kadar borç içinde nasıl alacaktı? Bir formül bulunmalıydı… Kurgular beyninde deli gibiydi...

Romanın kurgularını düşünürken Elma Şekeri romanını sıkı bir okuruna e-mailden gönderdi. Bir hafta sonra mesajına düşen bir yazıda okuru, romanı okumaya doyamadığını, kahramanların iç dünyasını biraz daha genişletmesini istemişti. “Kuvöz Operasyonu ”adını verdiği çalışmayı yarıda bırakıp “Elma Şekeri” roman çalışmasındaki karakterlerin dünyalarını biraz daha genişletip yazıcıdan tümünü yazdırmıştı. Salona geçip bir okur gibi okudu. İmla yanlışlarını kırmızı kalemle yanlarına yazdı. Daha sonra onları bilgisayarda düzenleyip bu kez bilgisayar üzerinden romanı bir kez daha okudu. Ufak tefek çıkan hataları da düzeltti. Yazar biliyordu ki, eserin mutlaka bir profesyonel editör tarafından düzeltilmesinin gerektiğini… Ama ücretini nasıl ödeyecekti? Şimdilik bu mümkün değildi

Yazar geceye doğru e-maillerini kontrol etti. Bir yayınevinin “Elma Şekeri” romanı için olumsuz yanıtını okuyunca üzüldü. Sinirinden biraz önce düzeltmelerini yaptığı kâğıtları alıp birkaç parçaya ayırarak bir poşet içine yerleştirdi. Aslında bütün çalışmalarını alıp şehrin bir meydanında gazetecileri de çağırıp yakarak yayınevlerini protesto etmeyi düşünüyordu. Aklına Nıetzsche’nin kendi parası ile bastırdığı ve kitapçılarda satılmayan kitabını sinirlenip geri toplattığı geldi. Yine İrlandalı bir yazar, otuz altı yıl önce yayınevine gönderdiği bir çalışmasına olumsuz dönüş yapılmıştı. Yazarın meşhur olduğunu duyan yayınevi sahipleri, taşınırken yazarın çalışmasını bir köşede bulduklarında basmak istemelerini yazara bildirdiklerinde, yazar bunu kabul etmemişti. Nasıl olsa yazarların ölünce kıymete bineceğini biliyordu. Ama kendisi görmedikten sonra ne kıymeti vardı eserlerinin basılması! Acaba yayınevlerini meşhur yazarlar ipotek altına mı almışlardı? Veya yazarlar arasında torpil ve önermeler oluyor muydu? Tıpkı sinema sektöründe olduğu gibi! Düşünüp durdu yazar…

Yazar evde çöpleri ayrıştırıyordu. Yağları bile ayrı bir kavanoz içinde toplayıp geri dönüşümcülere teslim ediyordu. Bir öğlen üzeri karton, cam v.s. dolu büyükçe poşetin üstüne yırttığı roman sayfalarını da bırakıp torbayı bağladı. Evin önündeki çöplüğün kenarına bırakmak için dışarı çıktı. Kediler de peşinden geldi. Hatta mahallenin bütün kedileri de toplanmıştı, yemek bırakacak diye. Yazar gidince kediler torbayı didiklemişlerdi. Kenarından taşan roman sayfaları yere düşmüştü. Yiyecek olmadığını düşünen kediler dağılmışlardı. Yoldan geçen ünlü bir yayınevi editörü “Elma Şekeri / Roman” yazısını görünce durdu. Poşete yaklaşıp yerdeki üzeri kırmızı kalemle yapılmış düzeltmeleri olan birkaç sayfayı alıp inceledi. Tesadüf giriş sayfasının yarısı okunuyordu. Çömelip okudu. İlgisini çekti. Poşetin düğümünden çözüp yırtılmış sayfaların hepsini alıp çantasına yerleştirdi. Eve geldiğinde bütün parçaları sayfa numarası ve harfler bağlantısında birleştirip yapıştırdı. Önce romanın ismini değiştirdi. Bilgisayarın başına oturup romanın kahramanları ile kurgularını farklılaştırıp yayınevine getirdi. Çalışma basıma hazırdı. Kitap piyasaya çıktığında raflardaki yerini almış ve çok satanlar arasına karışmıştı.

Not: Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yazılarım E-Güven Şirketi'nce tasdiklendiğinden izinsiz hiç bir yolla çoğaltılamaz.

29 Eylül 2022

NARE

Ayaz bir gecenin sabaha doğru yaklaşan saatlerinde Nare, yattığı yerden kalkıp birkaç parmak kalınlığında açık olan mutfak kapısından usulca dışarı çıktı. Karlar gece hiç durmaksızın yağmasıyla her tarafı pamuk tarlasına çevirmişti. Bahçedeki on metre aralıklı ışıklar inci gibi parlıyordu. Nare’nin yaşı gençti. Sağ göz bölgesi siyah, diğer göz bölgeleri ise beyazdı, bu haliyle çok sevimliydi. Nare beş katlı binanın giriş katında yaşıyordu. Dışarı çıkış saatleri hemen hemen aynı saatlerdeydi. Ama insanın aklına da takılmıyor değildi, mutfak kapısı her gün aynı saatlerde neden birkaç parmak aralık bırakılırdı? Hem de hırsızların kol gezdiği bir ortamda?

Nare bir sabah ezan okunduğu saatlerde uyandı. Yattığı yerde gerinerek etrafına yarı uykulu gözlerle bakındı. Kendisini sokakta bulan ve annesini odasında kalmasına zorla ikna eden Yalçın’a baktığında bacağının teki yataktan aşağıya sarkmış bir halde mışıl mışıl uyuyordu. Nare çoğu kez onun yanına sokulur, uykuda olsa bile yorganın altına süzülerek vücut sıcaklığı ile birleşirdi. Bazen ona pati atarak uyandırır ve uzun süre bakışırlardı. Bu kez öyle olmamıştı. Nare, koridorun loş ışığında sessizce yürüdü. Bir odanın önüne gelince durdu. Gece lambasının ölgün ışığında yatan Yalçın’ın anne ve babası, kora halinde şarkı söyler gibi oldukça güçlü horluyorlardı. Onların her gece neden böyle ses çıkardıklarına bir türlü anlam veremiyordu. Tüy adımlarla mutfağa yöneldi. Karnı da acıkmıştı. Masada akşamdan unutulup buzdolabına konulmayan iki but tavuğun olmasına sevindi. Birkaç hamleyle tavuğu bitirdikten sonra mutfak kapısının aralığından dışarı süzüldü. Hava dondurucuydu. Yalçın’ın sokak kedileri için yaptığı ve her tarafı eskimiş bir kazakla örtülmüş karton kutuya yaklaştı. Açılan delikten içeri baktı, siyah irice bir kedi kıvrılmış yatıyordu. Kedi, kulaklarını dikip kamburlaşarak geri çekildi. Nare kuyruğunu yukarı kaldırarak ona karşı dost olduğunu belli etmeye çalıştı. Karanlıkta keskin bakışlarıyla bir süre karşısında bekledi, kutudaki kedide hareket yoktu. Nare titrer gibi oldu. Bahçeye yöneldi. Karların arasından birkaç dalı görünen çimlere yaklaştı. Patisiyle karları öteleyip kopardığı çimi yemeye başladı. Çimler kediler için önemliydi. Onlar için folit asit kaynağı olan çimler, vücutlarını temizlerken yedikleri tüylerini sindirim yoluyla kolay atmalarını sağlıyordu. İyi bir de lif kaynağıydı. Nare, bahçedeki büyükçe çam ağaçların altına yaklaştı. Burası karlı değildi. Patisiyle karların neminden gevşeyen toprağı eşeledi. Ardından kıçını açtığı küçük çukura yaklaştırıp kakasını yaptı. Bittiğinde dönüp baktı. Eşelediği toprağı yaptığı pisliğin üzerine süratle kapattı. Çevresi olmayan balkon kısmına geçip önce patilerini daha sonra vücudunu yalayarak temizledikten sonra mutfağa yöneldi. İçeri girmek üzereyken kutuya baktı. Kuyruğunu yukarı doğru kaldırarak dostça selamını verdi. Oysaki hemcinslerinin koku alma duyguları oldukça gelişmişti. Onun uyanmamasına şaşırdı. Geri dönüp bir kez daha yanına yaklaştı. İki kez pati attı, yine hareket yoktu. Kutuya biraz daha yaklaşıp patisiyle son bir dokunuş daha yaptı. Kedi yine sessizdi. Onun öldüğünü hissetti. Hızla aralanan mutfak kapısından Yalçın’ın yattığı odaya geldi. Yatağın üzerine çıkıp kulaklarını dikleştirerek Yalçın’ın yüzünü yalayarak uyandırdı. Hareketleri hızlanmış, bir yatağa çıkıyor ardından tekrar aşağıya iniyordu. Bunu birkaç kez tekrar edince Yalçın garip bir şeylerin olduğunu sezdi. Kalkıp hızla giyindi. Nare ayakları etrafında dolanıyordu. Yalçın’ın önünden yürüyerek onu balkona doğru yönlendirdi. Hava hafiften aydınlanmaya başlamıştı. Birlikte kutunun başına geldiler. Yalçın, kutuya eğilerek baktı, her zaman mutfak kapısına gelip içeri girmekte ısrar eden ancak verilen yemekleri alıp başka yerde yiyen siyah beyaz kırçıllı kedi hareketsiz yatıyordu. Bıyıkları donmuş bir halde ölmüştü. Nare Yalçın’ın etrafında dolanmaya devam ediyordu. Yalçın, kutudaki kediyi ensesinden tutarak kendine doğru çekti. İçeri geçip bir poşet buldu. Onun içine koyduğu kediyi apartmanların biraz ilerisindeki boş bir arsaya götürdü. Getirdiği keser ile toprağı derince kazıp ölen kediyi mezarına bırakırken gözyaşlarını da salmıştı…

***

Nare, bir ay içinde çabuk büyümüştü. Yalçın onun her türlü aşısını da yaptırmıştı. Cinsel özgürlüğü için kısırlaştırmayı düşünmemişti. Nare’yi istemeyen annesi öylesine alışmıştı ki, ona en iyi mamalar alıyor, günün büyük bir bölümünde ise birlikte oluyorlardı. Önüne bıraktığı oyuncaklarla oynamasını gülerek izliyordu. Nare bu oyuncaklardan çok, salonun ortasına atılan kırmızı bir pipetten hoşlanıyordu. Onu ön patisi arasına alıp yukarı doğru kaldırarak fırlatıyor ve tekrar düştüğü yerden koşarak alıyordu. Onunla yoruluncaya kadar oynuyordu. Yalçın, ona saklambaç oynamayı bile öğretmişti. Nare, önce yatak odasına koşarak saklambaç oyununu başlatıyordu. Perdenin arkasına veya yatağın altına saklanıyordu. Onu arayan, “Nereye saklanmış benim kızım?” diyerek, şakadan aradığını söylediğinde Nare, birden ortaya çıkıp hızla diğer odaya koşarak orada tekrar saklanıyordu. Koşuşturmalardan yorulduğunda koridordaki tabaktan suyunu içiyor, sonra da koltuğun ucuna kıvrılıp orada saatlerce uyuyordu. Artık tuvaleti için dışarı çıkmıyordu. Mamasının yanına konulan bir leğen içindeki kuma tuvaletini yapmayı öğrenmişti. Bazen leğenin ucuna baykuş gibi tüneyip tuvaletini yaparken Yalçın ve annesi bu durumu komik buluyorlardı. Böylesi bir durumda fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmiyorlardı.

Nare bir gün mutfaktan çıkıp gittiğinde onu çevrede günlerce aradılar. Yalçın, bilgisayardan hazırladığı fotoğraflı ilanları, insanların alışveriş yaptıkları yerlerdeki direklere astı. Ancak, arayan olmamıştı. Annesi ona öylesine alışmıştı ki, onu yavrusu gibi kabullenmişti. Kaybolduğundan beri geceleri uyuyamıyor, üzüntüsünden ne evin temizliğini ne de yemek yapabiliyordu. İştahı da kesilmişti. Yalçın’ın aramadığı yer kalmamıştı. Hatta mahallenin çocuklarını harekete geçirerek çevrede büyük bir operasyon bile yapmışlardı. Bir çocuk ona benzeyen bir kediyi getirmiş ve kendisine ödül verilmesini beklemişti. Annesi, Nare olmadığını anladığı kediyi kabul etmediğinde çocuk: “Ama teyze o kedi gitti. Bakın bu kedinin de bir yuvaya ihtiyacı var. Şimdi soğukta titresin mi?” diye, sorduğunda kediyi kucağına alarak sevmiş ve onu da sahiplenmişti. Aldığı kedi, Nare’nin yerini tutmuyordu. Oyun bilmediği gibi günün büyük bir bölümünü uyuşuk bir halde kıvrıldığı yerde uyuyordu. Zaten birkaç gün sonra da sokaklara geri dönmüştü.

Gelebilir diye, açık bırakılan mutfak kapısından bir gece yarısı Nare sessizce girip Yalçın’ın odasında her zaman yattığı yere kıvrılıp uyumuştu. Sabah evin ahalisi kalkıp onu bulduklarında sevinçlerinden ne yapacaklarını bilemediler. Annesi çığlık attığında kocası korkudan hızla yanına gelmiş, kalbini tutuyordu. Kapıya gelen komşuları ise kötü bir şey olup olmadığını sormuşlardı. Nare’nin bir daha kaçmaması için pencerelere tel örgüler yapıldı. Mutfağın kapısı açık bırakılmadı. Yalçın ve annesi her an bir koruma gibi peşinde geziyorlardı. Nare özgürlüğün tadını bir kez almıştı. Sık sık pencere kenarına geliyor, dışarıyı seyrediyordu. Pencereye yaklaşan sokak kedileriyle miyavlayarak anlaşıyordu. Pamuksu bir kedi Nare’ye âşık olmuşçasına pencere önünden hiç ayrılmıyordu. Nare eve her ne kadar alışsa da özgürlüğün tadını bir kere almış, sürekli bulabileceği bir delikten kaçmak için uygun ortamı kolluyordu. “Elbet bir yerden açık verecekler” diye de umut ediyordu. Kaçtığı gün ilk işi, bahçede ikinci kata kadar ulaşan çam ağacına tırmanmak olmuştu. O gün kedi olduğunu anlamıştı. Pençeleri ile ağacı kavramış ve kimsenin kendisini görmemesi için en yukarılara çıkmıştı. Uzun bir süre inmeyip yüksekten aşağılara baktı. Herkes bulunduğu yerden bir gün bıkarmış, o da ağaçta uzun süre kalmayıp inerek önce sokakta park etmiş bir aracın altına girdi. Motor kısmına doğru yaklaştığında tekerleğin kıyısında sıcaktan mayışmıştı. Bir süre sonra uyuya kaldı. Sokakta adımların çoğalması ve araçların çalışmasıyla uyanan Nare, yola çıktığında hava da aydınlanmıştı. Adımları ürkekti. Araçlar vızır vızır önünden geçiyorlardı. Hep uzakları merak ediyordu. Araçların azaldığı bir ortamda zor da olsa karşıya geçip evden epeyce uzaklaşmıştı. Bir sokağa girdiğinde kedi ordusuyla karşılaştı. Birçoğu çöp bidonlarının kenarına bırakılan poşetleri didikliyorlardı. Nare’nin de karnı acıkmıştı, çöplere yanaştığında diğer kediler pati atarak yanlarına yaklaştırmadılar. İçlerinde erkek olanlar çevresinde dolanıp rahatsız ediyorlardı. Çöplükte dolaşan iri yapılı siyah bir kedi Nare’ye serenat yaparcasına miyavladı. Nare onun kulakları dikişinden neler yapacağını sezmişti. Oradan uzaklaşmak istediğinde beceremiyordu. Kendini kapana kısılmış bir fare gibi hissetti. Siyah kedi azgın bir halde Nare’nin üstüne çıkıp ensesinden kavrayarak o gün ona sahip olmuştu. Nare, özgürlük hayalinin başına çok şeyler açtığını düşünerek daha fazla uzaklaşmadan bir gece eve dönmeye karar vermişti. İşte o günden sonra da hamile kalmıştı. Gün geçtikçe karnı şişiyordu. Yürürken karnı beşik gibi sallanıyor, memelerinin şişkinliği ise kızarmış bir halde belli oluyordu.

Karların eridiği ve güneşin olduğu sıcak bir ortamda Yalçın, Nare’nin rahat bir doğum yapması için yattığı odanın banyoya yakın bir bölümüne büyükçe bir kutu hazırladı. Annesi her gün onu takip ediyor, hareketlerinde farklı değişiklikler görüyordu. Nare, koltuk, kanepe etrafta ne varsa iki patisi ile sinirli bir şekilde tırmalıyordu. Doğumu yaklaştığı saatlerde kendini sürekli yalıyor ve yüksek sesle miyavlayıp yakında doğum yapacağını belli etmeye çalışıyordu. Bir sabah kutusuna geçti. Kırmızı bir akıntı bıraktı. Yalçın bu rengi görünce annesini çağırdı. Annesi Nare’nin halini görünce bağırmaya başladı:

“Geliyor! Geliyor! Yavrular geliyor!”

“İyi de anne ne yapmamız lazım?”

“Oğlum, onlar bizim gibi değiller. Doğuma kendilerini hazırlarlar.”

“Anne bak! Bak! Yavrunun teki göründü! Şu Allah’ın işine bak ya!”

Nare’nin yüzünde acı belirmişti. Gözlerini bir süre kapatıp daha sonra irice açtı. Anneliğin gururu yüzüne yansımıştı. Çıkan yavrusuna baktı.. baktı.. her tarafını yalamaya başladı. Yalçının annesi, yavruyu kavrayıp memesine doğru yaklaştırdı. Nare, onu hızlı hızlı yalamaya başladı.

“Evladım, yavrulara dokunmaman gerekirdi.”

“Neden anne, yardımcı olmak istedim.”

“Onlar istemez hiç kimsenin dokunmasını.”

“Anne ikinci de geliyor, ikinci!”

“Daha dur oğlum, dört de olur, beş veya daha fazlası da…”

“Anne bunun rengi farklı, neden?”

“Ne bileyim oğlum, babasını mı gördük? Öyle olurlar öyle… Onlar rengârenk doğum yaparlar…”

“Hey Allah’ım ne mucize! Anne, bak Nare’nin gözlerinden yaşlar geliyor. Garip garip sesler çıkartıyor.”

“Kolay mı evladım kolay mı? Seni doğururken acım tarif edemem ki… Doğum anında ortalığı inletmişim. İşte bu nedenle annelik çok kutsaldır. Cennet, annelerin ayakları altındadır, sözü boşuna söylenmemiştir.

Farklı renklerde Nare’nin dört çocuğu olmuştu. Doğum yaptığı her bir yavrusunu gözleri henüz açılmamış bir halde yalıyordu. Doğan yavrular, meme arayışı içerisindeydiler. Annelerinin zorla kavradıkları meme uçlarını. minik patilerini bastıra bastıra emerek memeleri kaybetmişlerdi. Yalçın, doğum anını ve yavruların meme emişlerini videoya çekmişti.

***

Neyse ki ilkbaharın gelmesi yavruların sağlığı için umut olmuştu. Yalçın balkonda hazırladığı güvenli bir yere kutuyu taşıdı. Yavrular gün geçtikçe kendilerine geliyor ve sevimli bir yüz ifadeleriyle çevredeki komşuların ilgisini çekiyorlardı. Hatta sahiplenmek isteyenler de oluyordu. Yalçın henüz meme emiyorlar gerekçesiyle isteyenleri geri çeviriyordu. Nare bunu sezmiş olacak veya yavruları alınabilir korkusuyla onları arka bahçedeki ağaçların bol olduğu geniş boruların içine taşımış ve orada emzirmeye devam etmişti. Evden getirdiği yiyecekleri ise yavrularına taşıyordu. Kediler, insanlar gibi değildi. Önüne konulan uygun bir yiyecek olduğunda yiyorlar, doyduklarında ise bırakıp gidiyorlardı. Yalnızca yavruları için yemek taşıyorlardı. Hiçbir yiyeceği daha sonra yerim diyerek, açgözlüler gibi istiflemiyorlardı. Rızklarının Tanrı’dan geldiğinin de bilincindeydiler.

Nare’nin iki yavrusu kayıptı. Yan apartmanda oturan orta yaşlarda bir kadın, sürekli gelip gidiyor ve Nare’yle yavrularına bir kap içinde süt bırakıyordu. Yalçın yavruların kayıplarından o kadını sorumlu tutuyordu ancak, aldığını da ispat edemiyordu. Nare, kaybolan yavrularına çok üzülmüştü. Yemeden içmeden kesilmişti. Bir akşam Yalçın’ın odasına geldiğinde karın bölgesinde geniş ve derince bir yara izi vardı ve kanıyordu. Ağzında ise göbek bölgesinden kopan et parçası vardı. Yalçın ve annesi Nare’yi kucakladıkları gibi veterinere götürdüler. Genç veteriner, kedilerin yavrularını kaybettiklerinde strese girebileceklerini ve kendilerine bile zarar vereceklerini belirtmişti. Yalçınla annesi eve döndüklerinde diğer iki yavruyu da bulamamışlardı. Anne oğul, perişan bir halde ne yapacaklarını bilemediler. Nare, bir haftaya yakın veterinerde kalıp tedavi görmüştü. Çıktığında dikiş atılan yerini tekrar tahriş etmesin diye, kafasına huni şeklinde bir plastik takılmıştı. Odasına geldiğinde masumca mama ve su kabının yanında yatıyordu.

Yalçın yattığı yerden Nare’ye baktığında onun masum duruşuna ve yavrularının kaybolmasına içerliyordu. Annesi koltukta Nare’nin yaralı bölgesine bakıp gözyaşlarını bırakıyordu. “Yavrularını alıp götürenler, insan olamaz! Onların hiç mi yavruları yoktur?” diye, dizlerine vurarak söyleniyordu. Yalçın ortamı yumuşatmak adına annesine sordu:

“Anne kedileri seviyoruz ama onlar hakkında neler biliyoruz ki?”

“Doğru söylüyorsun oğlum. Hiç araştırmadım. Nare’yi sevmekten ve onunla oynamaktan aklıma mı geldi ki?”

“Geçenlerde araştırdım. İstersen aklımda kalanları sana anlatayım.

Annesi gözyaşlarını sildi.

“Sevinirim.”

“Kedilerin evcilleştirilmesi Pliyosen Çağında yani bundan 5,3 veya 3,6 milyon sene öncesine dayanıyormuş. Günümüze çok az değişiklikle geldiği bilinmektedir. Bundan dokuz bin yıl öncesinde Antik Mısır’da evcilleştirilmiş kedilerin fosilleri bulunmuş. Bu ülke Ortadoğu’nun tahıl ambarıymış. Tahıllara fareler dadanınca vahşi kedileri üstlerine salmışlar. Daha sonra onları evcilleştirerek; İran, Hindistan derken Avrupa’ya kadar yayılmalarını sağlamışlar. Öyle zaman olmuş ki, Antik Mısır’da kediler kutsal sayılmışlar. Onları kasten veya kaza ile öldürülenlere ölüm fermanı çıkartılıyormuş.”

“İlginç bilgiler oğlum. Bak Nare’nin karnı acıkmış, mamaya gitmek istiyor.”

Yalçın, kalkıp mama kabını Nare’nin önüne doğru getirdi. Bir süre mamasını yedikten sonra su kabını da ağzına yaklaştırdı. İçerken yılan dokunmaz derler ama Yalçın sırtını sıvazlıyordu. Minderine bıraktığında Nare’nin gözleri süzülerek kapanmıştı.

“Anne, çok sevimli hayvanlar. Nerde kalmıştık? Kedi öldürenlere ölüm fermanı demiştim. Bazı ülkelerde kediler şeytanlaştırıldı. Özellikle siyah kediler… Günümüzde biliyorsun onlara hâlâ uğursuzluk gözüyle bakılır. İnsanlar bence ırkçılık yapıyorlar. Bizler siyahilere böyle bir şey diyor muyuz? Hayır! Evcil kedilerin otuz sekiz kromozom ve yaklaşık yirmi bin gene sahiplermiş. Şimdiye kadar iki yüz elli genetik bozukluk tespit edilmiş ve Maine Coon gibi türdeki evcil kedilerin boyları ise bir metreye kadar yaklaşırmış. İki yüz otuza yakın kemikten oluşan iskelet yapılarıyla en fazla on beş yıl veya iyi bakıldığında yirmi yıl yaşarlarmış.

“Nare ölmez değil mi anne?”

“Daha genç. Umarım uzun yıllar yaşar. Anne, kediler Hristiyanlık yayılana kadar kutsal görülüyorlardı. Cuma günleri onlar için “Freya Günü” ilan edilmiş. Freya isminde arabasını kedilerin sürdüğü bir Tanrıçaya inanlar varmış. Daha sonra Orta Çağ Hristiyanlığında Freya lanetlendi ve kediler, cadılıkla ilişkilendirilip yakılarak öldürüldüler. Böyle olunca bu kez şehirlerde fareler her yerde cirit atmaya başladılar. Tahılları yiyerek kıtlığa neden olmuşlar. Veba salgını bütün Avrupa’ya oradan da dünyaya yayılmış ve tarihteki o büyük ölümler meydana gelmiş. Daha sonra Rönesans döneminde kedilerin kıymeti tekrar önemsenmiş.”

Yalçın’ın annesi, kafası plastik huni içindeki Nare’ye uzunca ve şefkatle baktı. Kalkıp onu kucağına aldı, sırtını okşadı. Etini kopardığı bölgeye baktı, dikişleri yavaş yavaş kayboluyordu.

“Kuzum, seninle yine saklambaç oynayacak mıyız?”

Nare’nin bakışları masumlaşmış, gözlerine yaş dolmuştu.

Kim bilir belki de yavrularını özlemişti…

Not: 1) Bu öyküm Deliler Teknesi Dergisi’nde yayımlanmıştır.

2) Yazılarım E-Güven Şirketince tasdiklendiğinden izinsiz kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.

28 Eylül 2022

KÜREKSİZ KAYIK

Çarşaf gibi ucu bucağı görünmeyen deniz, güneşin ışınlarıyla varsıllığına sevinenler gibi şen şakraktı. Kasaba halkı da uzun ve yaman geçen kışın ardından gelen baharın gülümseyen yüzüyle mutluydu. Mavi badanalı iki katlı evin avlusundaki balık ağları bir yığın halinde sundurmanın köşesindeydi. Eskimeye yüz tutmuş sandal ise altlarına eklenmiş kalın odunların üstünde kırmızı boyaları pul pul olmuş ve küreksizdi. Uç kısımdaki italik “Albastros” yazısı da zor okunuyordu.

Balığa çıkanlar erkenden tekneleriyle yol alırlarken, kasabanın birçok insanı güne henüz uyanmamıştı. On yaşlardaki Mert gerinerek avluya ilk çıkan olmuştu. Özenle baktığı siyah saçları günün ilk ışıklarıyla parlıyordu. Pijamasından sarkan fanilasını donunun içine yerleştirdi. Gözlerinin çapağını temizledi. Komşularının horozu boğazını yırtarcasına ötüyordu. Mert avludaki tulumbayı arka arkaya pompalayıp iplik inceliğinde akan suyla yüzünü yıkadı. Bugünün cumartesi olmasına çok sevindi. Terliğini şakırdatarak bir seğirtmede komşuları ve en samimi arkadaşı Süleyman’ın evine gitti. Kerpiç ve tahta kolanları görünen evin avlusundan geçip arka bahçe tarafına dolandı. Yerden aldığı bir kaç küçük taş parçacıklarını pencereye doğru peş peşe fırlatıp bekledi. Arkadaşının duymadığını düşünüp taşı yenileyeceği esnada pencerenin usulca açılmasına sevindi. Yeni ergenliğe giren, dik saçları, denizi andıran mavi gözleriyle sarışın Süleyman, gözlerini ovuşturarak belli belirsiz seslendi:

“Oğlum, sabahın köründe başka derdin yok mu senin?”

“Hani akşamdan sözleşmiştik..”

“Sahi lan.. ben unutmuşum. Hem öyle bir rüya görüyordum ki…”

“Amcaoğlu Hakkı uyuyor mu?”

“He ya!”

“Rüyanı anlatıyordun, hayırdır..”

“Hiç sorma arkadaşım, aklımdan uçup gitti. Sahi uçup gitti deyince aklıma şimdi geldi. Üçümüz denizin kenarında gezerken, birden gökyüzüne doğru uçuyorduk...”

“Bırak oğlum uçmayı da, hadi hazırlanın. Bugün ne yapacaktık? Denize açılıp balıkların hasını avlamayacak mıydık?”

“Tüh unutmuşum.. dur hele Hakkı’yı da uyandırayım.”

“Çabuk gelin ha! Bizimkiler görmeden avlumuzdaki kayığı denize sürüklememiz lazım.”

Mert evlerine nefes nefese gelince kırmızı boyası birkaç yerinde kalmış ve tahtaları çürümeye yüz tutmuş geçen senenin katili kayığa göz ucuyla bakıp içeri geçti. Üstünü aceleyle giyinip akşamdan hazırladığı; domates, salatalık, peynir, zeytin ve birkaç biberin bulunduğu erzakı evdekileri uyandırmandan naylon torbaya yerleştirdi. Kapıyı sessizce çekip çeşmenin önünde arkadaşlarını beklerken yakalayacakları balıkları hayal etti.

***

Babasının belediyeden aldığı maaşla geçinmesi oldukça zordu. Annesinin el kapılarındaki temizlikten yorgun bedeni ve zayıf hali Mert’i üzüyordu. Bir gün babasına ‘okuldan ayrılıp çalışmak istediğini’ söyleyince babasının sert tepkisi tokat gibi suratına patlamıştı. Bu akşam annesine sürpriz yapmak, ona tutacağı balıklarla sevindirmek istiyordu. Elindeki ufak taşları oyun olsun diye kayığın içine atarken arkadaşları da sessizce avludan içeri girmişlerdi. Hep birlikte ferik bedenleriyle kayığın tekerlek vazifesi gören odunlar yardımıyla güçte olsa denizin kıyısına getirebilmişlerdi. Üçünün de damakları kurumuş, neredeyse kalpleri yerinden çıkacaktı. Mert alnında biriken teri silip Hakkı’ya:

“Olta takımlarını inşallah unutmamışsındır.”

“Hiç unutur muyum? Bak şu torbadakilere.. akşama kadar yetecek nevalemiz var.” Süleyman, tombul yüzündeki çarpık dişleri arasından konuştu.

“Ben de bir damacana su aldım. Annemin yaptığı börekler de şu küçük torbanın içinde. Bunlar bizi te.. okyanusa bile götürür…”

Mert soğuyan bedenine gelen üşümeyle bir anda titredi. İçinden “Hayırdır? Herhalde Azrail yokladı.” diyerek, hayra yorumladı. Evlerinden gizlice arakladıkları erzakı kayığın oturma bölümünün altına yerleştirdiler. Süleyman kayığın kıç tarafına geçti. “Eee kürekler nerde?” demeye kalmadan aniden çıkan rüzgârla kayık denizin içine doğru sürüklenmeye başladı. Mert, “Arkadaşlar, önceden söyleyeyim, bu kayığın kürekleri yok. İşte şu iki küçük sopayla idare edeceğiz. Hem ellerimiz de ne güne duruyor! Bakın hava durgun. Evelallah en fazla birazcık ileri gideriz. Haydi hepimize rast gele!” dedi.

Güneş, kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Rüzgâr ise belli belirsiz, arada bir şiddetleniyor, ardından uzun bir süre kesiliyordu. Kayık ise denizin içlerine doğru yol alıyordu. Çocuklar bu durumu hissetmiyordu. Ellerindeki sopaları suya sokup sokup çıkararak kayığı sahil kenarında tutmanın çabası içinde keyifliydiler. Söyledikleri neşeli türkülerin nameleri gökyüzüne aksettiğinde kahkaha tufanı da alabildiğineydi. Zaman geçtikçe binalar arkalarında küçülüyordu. Bir süre sonra kara parçası görünmez olmuştu. Yüzme bilmeyen Hakkı’nın içine korku girmişti. Çevresinde görebildiği; bir kayık, bir de arkadaşlarıyla birlikte denizin heybetli görüntüsüne teslim olmuştu. Arkadaşlarının cesaret dolu hareketlerini görse de korkusunu yenemiyordu. Cılız sesiyle amcaoğlu Süleyman’a seslendi.

“Oğlum korkuyorum! Ya geri dönemezsek!”

“Ne korkuyorsun lan! Üçümüzde altı tane el var. Bir çırptık mı iki dakikada sahildeyiz!”

“Sen öyle zannet, korkuyorum..”

“Bırak gevezeliği de şu takılan oltayı düzeltiver, yoksa boş döneriz!”

Küreksiz kayığın denizin üstünde nereye savrulduğu belli değildi. Güneş bulutların ardına sobe oynayan çocuklar gibi bir saklanıyor bir görünüyordu. Kayık rüzgârın şiddetlenmesiyle yalpalamaya başlamıştı. Mert bu kez korkmuştu. Gökyüzüne bakıp güneşi aradı, bulamayınca küçük ellerini Allah’a yöneltip duasını etmeye başladı. Yalvardı da yalvardı.. Bulutlar ise hızla kayarak kümeleniyordu. Her taraf bir anda geceye yakın bir hâl almıştı. Doğa korkusunu bir kez salmış, deniz coştukça coşmuştu. İki taraftan atılan oltalar, sallanan kayığa rağmen balık bekliyorlardı. Süleyman’ın heyecanlı bağırmasına arkadaşları ürkmüştü:

“Yakaladım! Yakaladım! Büyük bir kısmete benziyor!” Mert:

“Çeksene oğlum çeksene!”

“Acele etmeyin yoksa balık kaçar. Yavaş yavaş çekmek lazım. Açın bakalım misafirinize bir yer! Hani alkış?”

Balık oldukça iriydi. Hakkı’nın oturduğu bölmenin altında parlayan yüzgeçleriyle balığın çırpınması bir süre devam etti. Süleyman balıktan oltayı kurtarıp tekrar denize doğru fırlatınca keyfine diyecek yoktu. Rüzgârın sert esmesine aldırış bile etmiyordu. Hakkı yanağına düşen damlayla ürktü.

“Ben size demedim mi, bu havaya güven olmaz diye!”

“Bu kadar ödlek olma oğlum, telaş yok.. sakin ol”

“Elimde değil! Sanki kötü bir şeyler olacağını hissediyorum.”

Kayık bir ölü, üç canlı bedenle bilinmeyene doğru sürüklenmesine devam ediyordu. Hakkı gözlerini hiddetle açarak “İçimdeki ses, buradan sağ olarak dönemeyeceğiz diyor.” sözünü tekrar edip duruyordu. Mert ve Süleyman ise yüzmeyi bilmenin rahatlığıyla alaysı gülüşlerini sürdürürken rüzgâr daha da şiddetleniyordu. Çocuklar oltalarını çekip kayık içine dolan suyu boşaltmanın yollarını aradılar. Şiddetli yağmurun bardaktan boşalırcasına yağması kayığı gittikçe denizin dibine doğru çekiyordu. Çocuklar avazı çıktığı kadar “İmdat! İmdat!..” diye bağırsalar da çığlıkları denizin boşluğuna doğruydu. Gökyüzünün kararan korkusu her yere sinmişti. Sert dalga kayığı neredeyse bir metre havaya kaldırıp ters çevirince küçük bedenler çil yavrusu gibi denizin üstüne dağılmıştı. Yakaladıkları balık ise yan yatmış çocukların arasında dolanıp duruyordu. Çocuklar uzun süre çırpındılar. Küçük ellerini kayığın kenarına tutmak için çabalasalar da elleri sürekli kayıyor, bir türlü kavrayamıyordu. Batmamak için direndiler, güçsüzdüler. Ellerini bırakınca üçü birden suyun dibine doğru yol alıyordu…

Ölü balık ise denizin üstünde yalnızdı.

***

Kasabada panik vardı. Ateş ise düştüğü evleri yakmıştı. Mahalleli motorlu kayıklarıyla gece gündüz çocukları aradılar. Sahil güvenliğin hücum botu da oradaydı. Onların ‘Umut’ diye, dönüşleri beklendi. Anaları deniz kenarında bitap bir halde çocuklarını beklediler. Gözyaşları denize karıştı. Motorlu kayıkların biri gidip diğeri yorgun ve umutsuzca geri geliyordu. Dalgıçlar derinlere dalıp küçük bedenleri arıyordu. Umudun tükendiği beşinci günde bir motorlu tekne patırtılar arasında cesetlerin ağırlığı ile sahile yaklaştığında motordan inen köyün delikanlısı Yusuf’un başı kalabalığa doğru eğikti. Kasabalı sandalı çevrelemesiyle şişen küçük cesetlere sarılan yakınların feryatları da gökyüzüne isyan ediyordu.

Not: Yazılarım E-GÜVEN Şirketi'nce tasdiklendiğinden izinsiz kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.

26 Eylül 2022

SOKAKTA YATAN ADAM

Birçoğumuz kaçıyoruz içimize doğru… Tek başına kalıp kuytu bir köşede iki elimiz arasına aldığımız beynimizin yalnızlığındayız. Ne kadar kaçarsak kaçalım, yalnızlık susuzluğu seven kaktüs gibi her yanımıza batıyor.

Acıtıyor, kanatıyor…

Geceler uzun ve bir türlü bitmez! Sabahın küçük bir ışığını dakikalarca umutsuz bir halde bekleriz, köhne bir masanın başında tek başımıza. Sonra tellendirdiğimiz son sigarayla ucuz bir içkinin baş döndürmelerinde fondiplipleyip yatağa uzanır sonra da anlamsızca tavanın boşluğunda hayatın geçmişinde dolanıp dururuz. Tıpkı dramatik bir film şeridi uzunluğunda.. Güzellikleri aramak hiç de kolay değildir. Yoktur ki! Ne yazık ki, film her yerden kopuk, lime lime… Yine bütün gizemler, sanki kapının ardına saklanmış ve birden karşımıza çıkıp yüreğimizi ağzıma getirir. Balık gibiyiz hepimiz! Onlar da akvaryumdan fırlayınca yerlerde çırpınırlar, suyu özlerler.. özlerler hem de dibine kadar! Ve gözler saatlerin tik takları arasında küçülür.. küçülür, ardından yatağın içinde büzülerek kayboluruz rüyaların bilinmezliğine…

Her yanımızdan yalnızlık fışkırıyor…

Yalnızlık yenilmek midir yaşama? Pamuk ipliğinin yavaş yavaş aşağıya sarkması ve ardından birden dibe çökmesi midir? Yoksa bir kedinin veya kuşların yemlendiği tabağa sinsice yaklaşması mıdır? Sonra da kuşlar gibi uçup gidivermek midir, sonsuzluğa? Keşke kuşlar korkmasa da alıp götürse bir bilinmezliğe…

Üşümektir yalnızlık…

Buz kesen sokaklarda amaçsızca yürümek.. yürümektir. Kalabalığı gören gözlerde kimsecikler yoktur. Kördür. Yalnızca terk ettiğimiz sevdalılar beynimizde oradan oraya savrulur durur. Belki de mazimizin gülücüğü kulaklarımızı tırmalar, acıtır, acıtır… Boşlukta anlamsızca yürüyen bedenimizi önce bir yorgunluk, sonra da kir kaplar. Tırnaklarımız uzamış, içlerine hayatın kirleri sızarak gecenin karanlığı ve kalleşliği gibi simsiyah olmuştur. Su yüzü görmeyen saçlar, hayat gibi savruk, dağınık ve bit yuvasıyla doludur. Kaşındırır da kaşındırır elleri yorarcasına…

Sabah kahvaltıları birkaç dilim mandalina ve en ucuzundan şaraptır…

Dostlar ise sokakların uyuz köpekleridir.

Ayaz; ince bir tişört, yırtık ve kirden parlamış pantolon üstündeki pardösüden titreyen bedenin içine doğru süzülür, kirli pardösünüze sarılsanız bile, kulaklarınızı kapatamaz ve buz kesersiniz. Dokunsanız bile hissetmezsiniz. Elleriniz çatlak, araları oluk oluk kızarırcasına kan oturmuştur. Yırtık ve kokuşmuş ayakkabının içinde, tırnaklara karışan ayaklarınızın beyaz teni kaybolmuştur. Nereye gideceğinizi bilemeden, hep sıcak bir yuvayı özler durursunuz.

Ah o açlık!

İşte, bütün canlıların canını yakan, iki lokma uğruna verilen kavgalar ve hiç bitmeyen savaşlar! İki uyuyan köpeğin arasına atılan bir kemiğin ardından gelen dalaşma; tıpkı kardeşin kardeşe ve dostun dostu yok ettiği gibidir.

İhanet çoktur sokaklarda…

Adam, işte tıpkı böyle bitikçesine havanın ayazlığındaki sokaklarda yürüyordu. Adamın adı mı? Ne önemi vardı ki? Siz ona “Ahmet, Mehmet” veya “Yalnız Adam” da diyebilirsiniz. Onun tek dostu vardı, yanında gezdirdiği “Yalnız” ismini verdiği sokak köpeğiydi. Cılız köpeğinin beyaz tüyleri de kirliydi.

Adam, açtı, yorgundu, sonunda kaldırımın köşesine çömeldi, köpeğine baktı, yalanıyordu. Elindekileri köpeğine uzattı. Köpek yerken kafasını geriye doğru çevirdi. Sabahın erken saatlerinde gördüğü lokantanın vitrininde dumanı tüten tezgâhtaki çorbalara özendi. Sonra da köpeğine tekrar baktı. Bir vatandaşın, alüminyum kâsedeki çorbayla yanına bırakılan ekmeğe sevindi. Dileği olmuştu. Bıyık ve sakalları arasında kaybolan solgun dudağıyla gülümseyince gözleri de güldü. Ekmeğini çorbasına bandırıp köpeğine de uzattı.

Isınmıştı…

Ayağa kalktı. Yürüdüğünde köpeği de peşin sıra geliyordu. Kar hızını artırmış, hava gittikçe buz kesiyordu. Yoruldu. ATM’nin yanındaki boşluğa kendini bıraktığında nefes nefeseydi. Uzunca öksürdü. Gelip geçenlerin acınası bakışlarından utanıyordu. Altına kartonları yerleştirdi. Naylon poşetini çıkartıp içine köpeğiyle büzülerek beklese de kar yine de içine işliyordu. Bedeni uyuşuyordu. Bir ara nefessiz kaldı. Naylonunu üzerinden fırlattı.

Görebildiği, tek çatısı gökyüzüydü…

İnsanlar bulanık bir halde gözlerinin önünden umarsızca kayıp gidiyordu. Kimileri önüne bozuk para kimisi de poğaça veya börek türü yiyecekleri paketleriyle birlikte bırakıp gidiyordu. Kadınlara baktı. Birçoğu sevgililerine sımsıkı sarılmıştı. Onları özenerek izledi, iç geçirdi. Karısını koluna girmiş, vitrinlere bakarken hayal etti. Tekrar ciğerleri parçalanırcasına defalarca öksürdü.

Köpeği uyuyordu…

Ayaz kanını dondurmuş, uykusunu getirmişti. Daha fazla dayanamadan cılız vücudunu yana devirdi, gözlerini yumdu. Rüyalara daldı. Karman çorman. Büzülen vücudu tıpkı moloz yığını gibi kardan kaybolmuştu. Köpeği uyanıp havlayınca önünden geçenler öylesine bakıyorlardı.

İki insan durdu, biri kadın diğeri erkekti. Başında beklediler. Hareket yoktu. Köpek sürekli havlıyor, çevresine bir şeyler anlatmak istiyordu. Kadın eğilip karları temizlediğinde titreyen bir adamın vücudunu gördü. İçi sızladı. Üzüldü. Yanındaki adama dönüp “Sanırım evsiz…” diyebildi, duyan yoktu. Yanındaki adam da çömelip saçı sakalı birbirine karışmış adama acınası baktı. O da üzüldü. Kadın, “Nefes alıyor, yüzü donmuş, kıpkırmızı!” dediğinde adam cep telefonu ile “183” ü tuşlayıp karşısına çıkan yetkiliye bulunduğu yerin adresini vererek konuyu anlattı. Beklediler. Çevrede toplananlar bakıyorlardı. Kadın, “Bunların sonu genelde hep alkol, ya da kumardan…” sözüne cep telefonu elindeki adam ‘Evet’ dercesine kafa salladı. Kadın heyecanla anlatmaya devam etti: “… Benim kocam da çok içerdi. Evlendiğimiz yıllar içkili olduğunu anlamamıştım, meğerse gençliğinde alkolikmiş. Benden uzun süre gizlemiş. Aslında kocam zeki bir adamdı. İki yabancı dil bilirdi. İşleri de iyiydi. Bir ara içkiyi ne güzel bırakmıştı, fakat eski bir arkadaşına takılınca sonu iyi olmadı.” Adam:

“Çocuğunuz var mıydı?” Kadın:

“İki kızımız oldu. Şimdi onlar büyüdü. Birisi lise son sınıfta, diğeri ise hukuk fakültesi üçüncü sınıfta.”

“Allah bağışlasın. Eşinize ne oldu?”

“Hiç sormayın, arkadaş çevresine uyunca sabahları bile içki içer hale geldi. İçince kişiliği değişiyordu. Beni ve çocuklarını dövmeye başladı. Patronu da işten kovunca evimize yiyecek alamayacak hale geldi. Belli bir süre annemler yardım etti. Biriktirdiklerimle aldığım bileziklerimi bozdurup geçinmeye çalıştık.”

Çöpçü süpürdüklerini çöp kutusuna boşaltıyor, köpek ise ayaklarını temizliyordu.

Kadın yerde yatan adamın yüzünde biriken karları temizlerken anlatmaya devam etti: “… Kocamın içkisine para yetiştiremiyordum. Kazak örüp satmaya çalıştım ama onu da beceremedim. Yün alacak param bile kalmamıştı. Sonunda durumu aileme anlatmak zorunda kaldım. Daha sonra da çocuklarımla birlikte onların yanına gittim.” Adam:

“Kocanıza ne oldu?”

“Evimizin kirası da birkaç ay birikmişti, ev sahibine durumu anlattık, şükürler olsun ki, adam, kiraları istemedi de bize bağışladı. Öyle böyle bir gün evini boşalttık. Kocamın da gidecek yeri yoktu. Akrabalarıyla da arası bozuktu. Kimse onu içkili halde istemedi. Şimdi nerededir, neler yapıyordur, hiç bilmiyorum…”

İhanet çoktur sokaklarda…

Kar hızını artırmıştı, kadın adamın üzerinde biriken karları temizlerken yüzüne dokundu. Kocasına benzetti. Yüreği acıdı. Sosyal Hizmetlerin aracından inen doktor, hemşire ve yetkililer, yerde yatan adamın yüzünü hep birlikte temizleyip sedyeye aldılar. Adam, ölgün gözleriyle gülümsedi. Bıyık ve sakallarında biriken buzlar da hareket etmiş, kirli kazağına doğru dökülüyordu… Köpek, sedyenin ardınca koşturuyordu. Kadın, sedyeye bakarak uzaklaşırken gözyaşları da karla birlikte yanaklarından süzülüyordu.

Not: Yazırım E-Güven Şirketinde tasdiklenmektedir. İzinsiz kopya edilmesi ve çoğaltılması yasaktır.

23 Eylül 2022

POSTACININ BASURU

Size bir mutfak tanıtacağım ama öyle bildiğiniz ev mutfaklarına benzemiyordu. Devasa bir kurumun mutfağıydı bu. Tam tamına dokuz bin kişiye yemek çıkartılan, içinde on metreyi aşkın kuzine ocaklarıyla butları bir insan boyunu geçen etlerin saklandığı bir oda büyüklüğünde soğuk hava deposu olan bir yerdi bu kurum mutfağı. Bulunduğu yer Ankara’nın Ulus semtinde ve iki tarafı da caddeye bakan tarihi dört katlı binanın giriş katıydı. Amirinden, memurundan, hizmetlisine kadar altmış kişiye yakın çalışanı vardı. Her gün iki yüz veya üç yüz kilo etin işlendiği ve büyük sebze halinden satın alınan kasalar dolusu sebzeler, bir çırpıda aşçıların bıçak darbesiyle büyük kuzine ocaklardaki birkaç kişinin banyo yapabileceği geniş kazanlara boşalıyordu. Tonlarla yıllık ihale ile alımı yapılan; salça, toz şekeri ve un gibi akarı kokarı olmayan malzemeler ise kilerde sırası geldikçe kazanlarda aşçılar tarafından karıştırılmayı bekliyorlardı.

Ertesi günün menüsünü hazırlayan aşçılar, uzaktan birbirlerine laf atmalar ve kızdırmalar arasında krom çelik tezgâhta pırasa ve havuçları seri bir şekilde doğruyorlardı. Kır saçlı, tonton dede görünümlü Aşçı Başı Aziz Usta mutfağın ortasındaki büroda bir sonraki günün yemek listesini hazırlarken bir taraftan da burnundan düşen gözlüğüne rağmen aşçılara; kurum personellerine verilecek öğle yemeğinin yetiştirilmesi için bir futbol teknik direktörü gibi sesleniyordu. Geceden nöbete kalan aşçı Ahmet ise üzerine sinen yemek kokularından arınmak için mutfağın üç kabinli banyosundan birisine geçti. Bir çırpıda soyununca çırılçıplak kaldı. Sevgili okurum gelin size banyonun konumundan bahsedeyim. Ahmet’in girdiği yer öyle evlerimizdeki banyolara benzemiyordu. Yan yana üç kabin düşünün ve kabinlerin üstü de açıktı. Her kabinin içinden altınıza biraz yükseklik konulsa, yan tarafta kimin banyo yaptığı görülürdü. Ahmet çırılçıplak vücuduyla ilk baştaki kabini tercih etmişti. Musluğu çevirmesiyle tenine boşalan soğuk suyla ürperince kenara çekildi. Ayarladığı ılık suyla keyiflendi. Sıvı sabun dolu bidondan avucuna döktüğünü başına sürmesiyle kafasının her tarafı köpüklenmişti. Durulandıktan sonra sabunu bir kez daha kafasına bıraktığında sabun köpükleri içinde adeta kaybolmuştu. Konya yöresinin ‘Bahçelerde pırasa/ yaprağında kar yağsa/ kızlar kocasız kalsa-oğlanlara yalvarsa,’ türküsünü mırıldandığında arkadaşı Bekir’in yan kabine yaklaştığının farkında bile değildi. Bekir yanına getirdiği sıvı sabunu kepçe ile Ahmet’in kafasına habersizce döktüğünde Ahmet’in kafasından köpük bir türlü eksilmiyor, aksine sürekli artıyordu. Ahmet, kafasını duruladıkça Bekir de bir taraftan sıvı sabunu tüy hafifliğinde döküyordu. Ahmet’in olup bitenden haberi yoktu. Bildiği yalnızca kafasının neden durulanmadığıydı.

Şaşırdı.. kızmaya başladı. Köpükler arasından kafasını hafifçe yukarıya kaldırıp gözüne sabun kaçmaması için toplu iğne başı kadar bir aralıktan baktı. “Su yerine sıvı sabun mu akıyor?” diye düşündü. Bir şey göremedi. Üstüne üstlük gözleri de yandı. Suyu sonuna kadar açıp gözlerini temizlese de bir türlü sabun köpüğünü sonlandıramıyordu. “Allah.. Allah!” dedi. Bekir yan tarafta keyifli ve sinsice gülüyor ama belli etmiyordu. Hatta birkaç arkadaşı da olup biteni ağızlarını tutarak kapı önünden izliyorlardı.

Ahmet, köpükler arasında kafasını kaldırıp yukarı bir kez daha baktı. Yine olup biteni göremedi. Eliyle hızlıca silip baktığında kıllı bir elin serap gibi kaybolduğunu son anda fark etti. Şaka yapıldığını tahmin etmişti. Bu sürekli kendisiyle uğraşan ve her şakanın altından çıkan Bekir’den başkası değildi. “Şimdi yaktım çıranı!” diye bağırmasıyla arkadaşı altındaki tenekeyi bir kenara itekleyip kaçtığında, diğer arkadaşları da toz olmuşlardı. Ahmet çıldırmıştı. Köpüklü gözleri hiçbir şey görmüyordu. Bekir’i bir yakalasa yapacağını biliyordu. Ona, “Kaçma gâvurun dölü kaçma! Ben sana gösteririm!” diye bağırarak koştuğunda Bekir, Ahmet’in önünde birkaç metre mesafeden gülerek mutfağın mal yükleme girişinden dışarı kaçtı. Ahmet de ardında çırılçıplaktı. Önünde sallanan erkekliğinden haberi bile yoktu. Koştukça kıçına inen köpüklerin ıslaklığını da umursamıyordu. Elleri havadaydı. Yalnızca “Bir yakalayım ben sana gösteririm!” diye sürekli bağırıyordu.

Sabahın erken saatlerinde çingene kadınlar mutfaktan çıkan yemek artıklarını toplamak için mutfağın çöplük kısmında her zaman olduğu gibi bekliyorlardı. Ahmet’i çırılçıplak Bekir’in arkasında koştuğunu görenler, tülbentlerini ağızlarına götürüp “Vıy Ana!” diye bağrışıyorlardı. Birkaçı elleriyle gözlerini kapatıyor, araladıkları parmakların arasından yine de neler olup bittiğinin merakı ve hayreti içindeydiler. Bütün aşçılar bıçaklarını tezgâha bırakıp olup biteni gülerek izliyorlardı. Ahmet’in gözü bir kez dönmüştü. Aşçı Başı, birkaç kişiyi görevlendirmiş, amirinden gelecek azarı işitmemek için çırpınıp duruyordu. Ahmet, zembereğinden kopmuş yay gibiydi. Tımarhaneye telefon edilse, hemen deli gömleği ile Bakırköy’ü boylaması içten bile değildi. Olmadı. Bekir hem koşuyor hem de sinsice gülüyordu. Zikzaklar çizerek caddeye çıktıklarında kovalamaca devam ediyordu. Köşedeki taksiciler koşanları tanımıştı. “Ahmet kendine gel!” uyarılarına Ahmet’in kulağı cinnetti. Yüzünde artık ne köpük ne de suyun damlacıkları vardı. Ter içinde yüzü kıpkırmızıydı. Kuduz bir köpeğin salyası gibi hınçlıydı. Ahmet koştukça kadınlı–erkekli çevredekiler hayret içindeydiler. Birbirlerine “Acaba film mi çeviriyorlar?” diye, etraflarına kamera olup olmadığına baktılar, yoktu. Erkeklik organını gören kadınlar utançlarından elleriyle yüzlerini kapatıp hızlı adımlarla olay yerinden uzaklaşıyorlardı.

Ortam İğrençti.

Ahmet köşeyi döndüğünde amirinin “Ahmet ne yapıyorsun?” bağırmasıyla gözünün feri yavaş yavaş kendine geliyordu. Burnundan soluması da kesilince, caddenin ortasında kabak gibi kaldığının farkına vardı. Bir önüne baktı, bir çevresine, şaşkındı. Sağ eliyle kıçını, diğer eliyle de kıllar arasında kaybolan erkeklik organını bir yaprak gibi gizleyip “Eyvah!” diyerek gerisin geriye hızla banyoya koştu. Çingene kadınlar tekrar kirlenmiş tülbentlerini yüzlerine örttüklerinde Ahmet “Aman Allah’ım ben neler yaptım!” diyordu.

***

Birkaç yılın ardından kadro şişkinliğinden Ahmet’i postacı yaptılar. İlk günler yığınlarla mektuplar arasında ne yapacağını bilemedi. Mektuplar ne pırasaya ne de patlıcanlara benziyordu. Yanına verilen tecrübeli postacıyla birlikte ev ve iş yerlerini dolaşıp sokakları tanıdı. Görevlendirildiği cihetleri kısa bir sürede ezberledi. Mutfağı unutmuştu.

Yaz yine bunaltıyordu. Tam da Temmuz’un ortasında şehrin havası sıcakla birlikte fena rutubetliydi. Nem vücuda yapışıyor, posta çantaları omuzları çürütüyordu. Ahmet cihetine attığı mektupları çantasına doldururken kıçını birkaç kez sağa sola çevirip havalandırsa da kaşınmasını engelleyemedi. “Şu basurun kaşınması da tam zamanını buldu!” diye kendi kendine konuşurken yan cihetteki arkadaşı konuştuklarını işitmişti. “Hayırdır Ahmet, sıkıntın büyük galiba, hı?” sorusuna “Hiç..” yanıtını mahcupça belli belirsiz verdi. Arkadaşları kaynak bulmuşçasına bir anda çevresini sardılar. Emekliliği gelen beyaz saçları seyrek pos bıyık ve zayıf yüzlü Mahmut’un “Arkadaş bunun ayıbı olmaz” sözü Ahmet’i rahatlatmıştı. Sonunda itiraf etti. “Evet, basurum.” deme cesaretini gösterebilmişti.

Mahmut’un sırıtması sinsiceydi. Yanındaki arkadaşlarına göz işareti verdi. Ahmet bir eliyle kıçını derince kaşırken Mahmut dayanamayıp sordu:

“Oğlum, senin işin zor ama üzülme bunun çaresi var.”

“Neymiş o?”

“Çok mu kaşınıyor?

“He ya!”

“Bundan altı ay önce ben de aynı şeyleri yaşadım. Allah’ıma şükürler olsun şimdi iyiyim.” derken bir taraftan da gülüyordu. Ahmet:

“Gülme oğlum ya, Sen ameliyat mı oldun?”

“Ne ameliyatı oğlum, doktorun verdiği ilaçları bir ay kullanınca geçti. Ama gel onu sen kıçıma sor!”

Çevredeki postacılar bir taraftan cihetlerine mektupları atarken içlerinden genç olanı:

“Hayırdır Mahmut Ağabey, neler geldi ki kıçının başına?”

“Beni biliyorsunuz zayıf birisiyim. Randevu aldığım doktorun odasına bir girdim. İri yapılı değil mi?” “Eeeee!” sözü hep birlikteydi. Mahmut heyecanla o günü yaşamışçasına anlatmaya devam etti. Ahmet pür dikkat dinliyordu. “Artık odaya girmiş bulundum, dönüşüm yoktu. Doktor bana, ‘soyunun ve domalın’ derken bir taraftan da kalın parmaklarına yeşil plastik eldiveni geçiriyordu. Parmakları görünce önce vaz geçmeyi düşündüm ama kaşıntım çoktu. Tıpta da ayıp yok diyerek mecburen doktorun dediğini yaptım, yapmasına da... Anlayacağınız operasyon gözlerimi yaşarttı! ”

Postacıların gülüşleri salonu inletiyordu.

Ahmet “Ne yani doktor benimkini de mi kurcalayacak? Hem benimki şempanze kızarıklığında değil ki yalnızca kaşıntı oluyor.” dediğinde Mahmut sırıttı. Bu sırıtmanın altında sanki bir hinlik vardı. Ahmet’e:

“Doktorun verdiği kremi bir ay kullandım, inan hiçbir şeyim kalmadı. Şimdi sapasağlamım!”

“Adı ne? Ben de alayım…”

“Dolabımda var. İstersen vereyim mi?”

“Olur…”

Zeynel, soyunma dolabına gitti. Geldiğinde üstünde yabancı yazılar olan tüp elindeydi. Ahmet’e uzattı. Ahmet eline aldığı tüpü evirdi çevirdi üzerindeki yazıları okuyamaya çalıştı, anlamadı. Kapağını açıp kokladı. Hafifçe sıktı, tüpün ucuna gelen beyazlığı tıpkı diş macununa benzetti.

Sordu:

“Mahmut Allah aşkına bu nedir?”

“Oğlum basur kremi dedik ya!”

“Nasıl kullanılıyor?”

“Şimdi sen bunu al tuvalete git. Makatından içeriye sok, ama iyice sık. Öyle az değil ha! Yoksa faydasını göremezsin. Anlayacağın çoğunu kıçına yedireceksin. Ha sahi unutuyordum, bunu her sabah tekrar edeceksin. Bir ay kullan hiç bir şeyin kalmaz!”

Bekir “Peki” diyerek aldığı tüple birlikte tuvalete gitti. Tarife göre aynısını yapıp sorumlu olduğu cihet dolabının önüne gelerek son mektupları da çantasına yerleştirdi. Dışarı çıktığında hava nefes aldırmıyordu. Otobüsü uzun süre bekleyip bindiğinde içerisi oldukça kalabalık ve havasızdı. Bunaldı. Pencere kenarında oturan gence pencereyi açtırdı. Ahmet otobüsten indiğinde villalar bölgesindeydi. Henüz asfaltlanmamış patika yolda yürüyordu. Yürüdükçe kıçında garip bir şeylerin harekete geçtiğini sezdi. “Galiba ilaç iyi geliyor…” diye düşündü. Yürüdükçe cıvıklık gittikçe artıyordu. Sağ omzundaki çantasının yükünü sol omzuna alsa da yine rahat değildi. Bir ara yürümemeyi düşündü. Mektuplar gecikir diye ikircikte kaldı, yapmadı. Elini hafifçe arkasına değdirdiğinde ıslaklığı fark etti. “Ne biçim ilaçmış?” diyerek mektupları dağıtmaya devam etti. Her gün uğradığı yaşlı teyzenin villasından içeri girdiğinde kendisini korkutan siyah kurt köpeği bu kez bağlıydı. “Oh!” diyerek kapının ziline dokundu.

“Kim o?” sesi titrekti.

“Benim teyze, postacınız…”

“Mektup torunumdan mı?”

“Sanırım, teyzem.”

Ahmet mektubu uzatıp geri dönmesiyle yaşlı kadın seslendi:

“Yavrum arkana ne olmuş böyle?”

“Hayırdır teyze ne olmuş ki?”

“Batmış evladım batmış! Pantolonun bembeyaz olmuş. Sanki köpük köpük…”

“Ulan Mahmut! Ben sana sorarım!” dediğinde yüzü, sinirden kıpkırmızı ve ter içindeydi.

Yaşlı kadın:

“Hayırdır evlat Mahmut da kim?”

“Hiç sorma teyze, hiç sorma...”

“İçeri geçte ölen amcanın gri bir pantolonu var, onu giyiver, yoksa rezil olursun. Merak etme sana uyar. Rahmetli tam da senin kilondaydı.”

Ahmet, kirlenen pantolonunu banyoda Mahmut’a küfürler ederek değiştirip omzuna yükünü attığında cıvıklık, kaşıntısıyla birlikte az da olsa devam ediyordu. İçinde alevlenen öfkesi çalıştığı yere dönünceye kadar bitmedi. Bir kovalama da Mahmut’u bekliyordu…

Not: Öykülerim E-GÜVEN Şirketi'nce tasdiklendiğinden kopya yapılması ve çoğaltılması yasaktır.

17 Eylül 2022

ESKİ RADYOLAR

Ah o radyolar! Ekranların olmadığı dönemlerde bir kutu etrafına toplanıp bir dünya yarattığımız radyolar! İşte o eski radyolar bir alışveriş merkezinin zemin katında sergileniyorlardı. Yaşlı bir kadın, pamuksu saçları, zayıf suratı ve küçülen bedeniyle yürüyen merdivenlerden zemin kata doğru iniyordu. Yalnızdı. Kurumuş kemik ve buruşuk elini bastonuna sıkı sıkı sarılarak sürüdüğü ayakları ile bir iki tekleme arasında yürüyen merdivenlerden inebilmişti. Kalabalığın olduğu tarafa doğru yürüdüğünde gençlerin uzun boylu bedenleri arasında kaybolmuştu. Yanındaki kıvırcık saçlı gence sordu:

“Evladım burada neler oluyor?”

“Teyzeciğim, eski radyolar sergileniyor.”

Genç kız kenara çekilip onun öne doğru gitmesini sağladı. Yaşlı kadın, gördükleriyle şaşkındı. Birbirinden ilginç tarih kokan radyolarla baş başaydı. Bir kaç adım daha yürüyüp heyecanla eski radyoların sergilendiği alana geldi. 1950 yapımı koyu kahverengi ahşap ‘Saba’ marka radyonun başında uzun bir süre durup seyretti. Serginin sahibi yaşlı kadının titrediğini görünce yanına davet etti.

“Teyzem buyurun… Buyurun oturun. Titriyorsunuz, iyi misiniz? “

“İyiyim.. iyi. Yaşlılık işte insanı titretiyor, insanın kendisi istemese de. Bunca radyoyu görünce beni nerelere götürdü nerelere.. radyolar sizin mi?”

“Evet Teyzem.”

“Bunları nasıl biriktirdiniz?”

“Çeşitli illerde uzun yıllar radyo tamirciliği yaptım. Bursa’da çalıştığım dönemlerde Nesim ustam, harika bir ustaydı. Tamire bırakılan radyoları geri alınmayanları evinin çatısında biriktirmiş. Her biri tıpkı “Lale Devri” şarkısındaki eski radyolar gibi. Ustam ölünce oğlundan radyoları tamir etmek üzere isteyince sağ olsun hepsini verdi.” Kadın iç çekerek konuşmasına devam etti.

“Adınız?”

“Ahmet.”

“Bak Ahmet evladım, şu karşıda gördüğün dolap görünümlü değerli radyo var ya…” sözünü tamamlamadan serginin sahibi “1933 yılı Amerikan yapımı ve çok değerlidir.” dedi. Yaşlı kadın:

“1950’li yıllardı. İnönü, hükümeti Menderes’e bıraktığı yıllardı. İşte bu radyodan Menderes’in tiz sesiyle yaptığı o hararetli konuşmaları ve 1960 yıllarında ise rahmetlinin mahkeme sürecini dinlemiştim. Nasıl dinledim, biliyor musun? O yıllarda büyük annem vefat etmişti. Mal paylaşımında amcam köyden bir tarla almıştı. Babam da bu radyoyla birlikte bir de gramofonu tercih etmişti. Mirasımız yalnızca işte bunlardı. O zamanlar kendimizi amcamızdan çok daha şanslı hissetmiştik. Bu radyo beni işte o güzel yıllarıma götürdü.”

Yaşlı kadının yanına genç bir adam “Merhaba Teyzem” diyerek yanaştı. Radyolardan gözünü ayırıp sürekli kadına baktı. Kadının omzuna dokunmasıyla kadın, yavaşça kafasını çevirdi. Feri sönmüş gözlerinin arasından süzülen belli belirsiz gözyaşları, kuruyan bedeninin büzüşen mor damarları arasında yine de yol buluyordu. Yaşlı kadın, gözyaşlarını çantasından çıkardığı mendiline silerken, adama, “Ah siz bilmezsiniz, şu gördüğün radyoda ne şarkılar dinledim ne şarkılar… Babam o yıllarda müzikle uğraşırdı. Allah var udu çok iyi konuştururdu. Annemin sesi de billur gibiydi. İşte bu radyoda Minur Nurettin Selçuk’un… Sahi siz bilir misiniz bu değerli sanatçıyı?” Adam, düşündü… “Yıllar önce TRT’nin bir kanalında dinlemiştim. Çok tiz ve yanık bir sesi vardı. Sanırım eski plaklar o dönemlerde bu tiz sesi veriyormuş” dediğinde, kadın kaşlarını çatıp sinirlice çıkıştı. “Orada bir dakika dur bakalım! onun sesiyle yarışacak o dönemde pek sanatçı yoktu. Hele onun bir şarkısı vardı. Hay Allah, adını şimdi anımsayamadım. Yaşlılık hafızayı alıp götürüyor.” diyerek birkaç saniye düşündükten sonra “Hah şimdi hatırladım! ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayız’ şarkısını bir seslendirirdi, deme gitsin! Âşık olmayan insanı âşık ederdi.” Kadın, “…Ah! Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç/ Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç…” sözlerini mırıldanırken, Adam ; “Teyzem ben de eskilerden en çok Müzeyyen Senar’ı çok severim. Şimdilerde onun ekolünü Bülent Ersoy devam ettiriyor.” sözüne yaşlı kadın, “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım/ Bakışından süzülen işvene kurban olayım…” diye şarkıyı belli belirsiz seslendirdikçe iç geçirip diğer radyolara göz atmaya devam etti.

Kadın, yanına gelen genç bir kıza titrek sesiyle sordu:

“Evladım, Orhan Boran’ı bilir misin?”

“Yok teyzeciğim Orhan Gencebay’ı biliyorum. Bir kaç şarkısını dinlemiştim. Sesi güzel ve duyguluydu. Teyzeciğim, sizin zamanınızda aşkların güzel ve masumca olduğunu söylüyorlar, doğru mu? Biraz anlatır mısın?”

Kadın buruşuk yüzündeki sönük dudaklarını gererek gülümsedi. Gülümsemesiyle gözleri ışıldadı.

“Ah kızım ah! Bizim dönemin delikanlılarında cesaret nerde… Birçoğu utangaç ve kibardı. Onlar gözüne kestirdiği kızları uzaktan severlerdi. Hem onlar bize hiçbir zaman ‘sen’ demezdi. Genelde ‘siz’ diye hitap ederlerdi. Sevgili de olsanız, uzaktan sevmek ve sevilmek aşkların en güzeliydi. Ah o çeşme başları! Su testisini doldurmak için saatlerce beklettiğimiz, eve geç kalınca da büyüklerimizden azar işittiğimiz yıllar, ne de güzeldi. O delikanlıların bakışları ve gözlerinin derinliklerinde sevgi, sevecenlik ve koruma içgüdüsü vardı.”

Kız duraksadı. Kendi aşklarını yargıladı. Erkeklerin, aşkı unutup hemen cinselliğe yönelmelerine kızdı…

Tüy hafifliğinde “Evet…” diyerek adımlarını diğer radyolara yönlendirdi. Genç kıza Orhan Boran’ı anlatamamıştı ama yanına yaklaşan genç delikanlıya anlatmak istedi. Radyoları inceleyen delikanlıya:

“Evladım sen bilir misin Orhan Boran’ı?”

“Teyzeciğim bir ara bir belgeselde izlemiştim. Türkiye’nin ünlü radyocularındanmış.”

“İşte bilen bir genç çıktı! Bravo sana! Her şeyi unuturum ama Orhan Boran’ın o pazar sabahları dinleyicilerine “Yuki” lakabıyla şirin bir o kadar da garip sesli bir hayali yaratığı, bize tanıtmasını hiç unutamam. Bizi öylesine eğlendirirdi ki, herkesi gülmekten kırar geçirirdi.”

Delikanlı:

“Teyze bir de Halit Kıvanç, diye ünlü bir maç spikeri varmış! Dedem anlatırdı onun nasıl usta bir spiker olduğunu. Tatlı ve yumuşak sesiyle maçı, adeta radyonun içinde yaşatırmış, öyle mi?”

“Evet evladım. Büyük oğlum onu çok dinlerdi. Hele dünya kupalarını bir anlatışı vardı, dinleyeni heyecandan hop oturtup hop kaldırırdı o kadife gibi sesiyle. Yüzünü görmesek de gülümseyen yüz ifadesinin sesine yansıdığını anlardım. Babam da maç hastasıydı. Onunla özellikle Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını hiç kaçırmazdık. O zamanlar iki takım oyuncu ve taraftarları birbirlerine rakip olsalar da temelinde dostluk vardı. Her iki takımın oyuncuları maçtan sonra birlikte yemek ve eğlenceye gittiklerini, babam söylerdi. Babam da hani sıkı Galatasaraylıydı… Her cumartesi veya pazar günü işte şu gördüğün radyo başında ölünceye kadar maçlarını dinledi. Rahmetli babacığımın özel bir köşesi vardı. Kuşlarına yem verdiği ve o zamanlar boş Vita yağ tenekelerine diktiğimiz birbirinden güzel çiçeklerimizin bulunduğu penceremizin önüne oturur, beyaz atletinden taşan pamuksu kıllarıyla divana uzanıp Halit Kıvanç’ın sesinden maçları heyecanla dinlerdi. Hele Galatasaray gol attığında divandan bir fırlayışı vardı, babama bir şey olacak diye, çok korkardık! Ah! Ne güzel günlerdi be evladım, güzel günlerdi…” dedi.

Kadın, radyoların üzerindeki tanıtım yazılarını pek seçemiyordu. Çantasından gözlüğünü çıkartıp bakınca birçoğunun üzerinde “ 1930 Grundig Alman Yapımı” “1940 İtalyan Yapımı” , “ 1958 yılı yapımı Philips marka” yazıları çoğunluktaydı. 1957 Yılı yapımı Alman marka uzun ve ışıklı radyo hâlâ çalışıyordu. Onun önünde durdu. Yanına dikilen genç kadına; “İşte bu da halamların radyosuydu. Bunda 1960 darbesini dinlemiştik. O zamanlar Ankara Radyosu darbecilerce birkaç kez el değiştirmişti. Menderes’in asılmasını da o dönemlerde ‘ajans’ denen haberlerden dinlemiştik. Halamlara gittiğimde en hoşuma giden, rahmetli halacığım ile radyo tiyatrosu’nu dinlemekti. Aman Allah’ım o seslendirmeler neydi öyle! Kapı çarpmaları ve silah seslendirmeleri sanki gerçekti. O dönemlerde elektriklerimiz de çok sık kesilirdi. Tiyatronun heyecanlı bir yerinde kesilirdi ki, halamla sinir olurduk. Lüks lambasını yakıp tiyatro oyununun bundan sonraki dakikaların nasıl olacağı ile ilgili bir güzel yorum yapardık. Elektrikler geldiğinde oyun da bitmiş olurdu ama Allah’tan ertesi günü özeti olurdu da konuyu kavrardık.”

Genç kadın, anlatılanları ilgiyle dinliyordu.

“Kızım Türkiye Radyolarının ilk spikerinin Tamburi Cemal Beyin oğlu Mesut Cemil olduğunu biliyor muydun? İlk radyo yayını da Eşref Şefik’in “Alo alo.. Muhterem dinleyiciler, burası İstanbul telsiz istasyonu…” anonsuyla 6 Mayıs 1927 yılında Sirkeci'deki büyük postahane'de başlamıştı. O yıllarda her evde radyo bulunmazdı. Eskiden radyolar için postahaneye denetim pulu ücretini yatırırdık. Ücreti de o günkü paraya göre bayağı yüklüydü. Bazı aileler bu ücreti ödeyemezlerdi. Bandrolünü ödeyemeyenlerin radyolarının ne yapıldığını biliyor muydun?” dediğinde yanındaki genç kadın “Bilmiyorum." anlamında dudaklarını bükünce yaşlı kadın; “Denetim pulu ücretini ödeyemeyenlerin radyoları ellerinden alınıp PTT’ce mühürlenirdi. Sahibi eğer parayı bulup öderse, radyosu geri verilirdi.” Yaşlı kadın, ses kaydı yapan sarmalı teybin yanında bir süre durdu. Babasını tekrar anımsadı. Yaz günü bahçelerin de kurulan sofrada dayılarının kadeh kaldırmaları arasında babasının “Yeşil Ördek Gibi…” şarkısını söylediği aklına geldi. İç geçirerek gülümsedi. Radyo ve pikapları ölgün gözleriyle tek tek inceledi. Adımlarını yüklendiği bastonuna sürüyerek uzaklaştığında Sevim Tuna’nın “Ağla Gözlerim, Ağla” şarkısı kulaklarında yavaş yavaş kayboluyordu…



Not: Öykülerim E-GÜVEN Firmasınca tasdiklendiğinden izinsiz kopya edilmesi yasaktır.

Yapay Zeka Robot Olivia

            3028 yılında patlak veren Yedinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusu sadece bir milyar kalmıştı. İnsanlar, bütün ülkelere sıçr...